Cumartesi, Aralık 26, 2009

12 eylül cuntası değil yönetimiymiş!


geçen günlerde bir sabah babamın ricasıyla bayiiden bir gazete almış,ofise götürmek üzere yürüyordum.tabii her Türk gibi ben de elime gazeteyi alır almaz gözlerimi adeta gazeteye kilitlerdim.yine öyle oldu.
evvela başlıkları şöyle bir gözden geçireyim dedim bir de ne göreyim.İstanbul Barosu yine darbe taraftarlığından manşet olmuş!


aslında şaşırmamam gerekiyordu bunca olan bitene.sinirlenmemem gerekiyordu.bunlar,İstanbul Barosunun özellikle de Baro Başkanı Muhammer Aydın'ın gündelik yaşamındaki olsası halleriydi.nitekim "eşitlik eşit insanlar arasında olur."sözünü henüz unutmamıştım.


bu sefer de İstanbul Barosu dergisinde "12 Eylül Cuntası " yerine "12 Eylül yönetimi" ifadesini kullanmışlar.


önce matbaa hatası demişler.pek de inanmadık ya.iyi ki de inanmamışız.çünkü;


dergide sembolik olarak :"dergide yayınlanan tüm yazılarda 12 Eylül cuntası tarafından kapatılan Türk Dil Kurumunun yayımlanmaktadır." ifadesine yer vermişler.peki,kabul.


öyleyse TDK'ya göre cunta;bir ülkede yönetime el koyanların oluşturduğu kurul anlamına gelir.yönetimse yönetme,çekip çevirme,idare etme anlamlarını taşır.yani bu durumda da İstanbul Barosu darbecilere desteğini esirgememekte.


yani pekçok manşette yer alan "pankartın hakkını verdi."cümlesi doğru oluyor.


bir de bunlar hukukçuyuz diye geçiniyorlar.yazık!


keşke biran evvel büyüyebilsem,keşke bu durum karşısında birşeyler yapabilsem.


gerçi;


okullardan henüz geçen nisan ayında kenan evren isminin kaldırıldığı,darbecilere yargılansınlar diye iddianame hazırlayan savcıların meslekten ihrac edildiği(sayın savcımız Sacit Kayasu beyefendi*) bir ülkede bunları garipsememek gerek.


ama alıştık diye de adalet kavramını değiştiremeyiz ya!siz de değiştiremezsiniz sevgili(!) İstanbul Barosu,siz de değiştiremezsiniz!

Cuma, Aralık 25, 2009

önyargılar fuarında...




Karşı binadaki pencerelerden bakanlara duyulan önyargı,insanlığın doğası gereği duyulan önyargılardan daha başka roller oluşturmaya başladı.hatırlarsınız bir zamanlar araya çekilen keskin çizgiler, canlara,mallara,medeniyetin gerilemesine,gelişimin durmasına ve duygusal yıpranmalara mal olmuştu.yine bu çizgilere yönelmek isteyenlere keskin ve değiştirilemez kıldığımız düşüncelerimizle destek veren bizler,bilmez miyiz ki bu psikolojik kalıplar üzerimizde ölü bir kabuk oluşturmaktadır.




maddelerle paylaşıp,taraflarımıza yazılan düşünceler,empatisiz ve hoşgörüsüz adaletten yoksun mahkemelerimizde yargılanırken,semt semt ayrılmış fikir sahipleri,bu halleriyle gurur duyar hale gelmişlerdir.




ayrıca sığ düşünceleriyle kendilerini yenileme ihtiyacı duymayan bencil fikir sahipleri,yandaşlık oluşturarak da genç bir çağa engel oluşturmuş,pencerelerideki renkleri bir hamlede silmişlerdir.




günümüzde artık sık duyduğumuz yandaş medya,yandaş birey,yandaş kuruluş gibi terimler, toplum ruhunda da yüksek derecede ayrımcılığa yol açmıştır.




halbuki Osmanlı gibi sosyopolitik yapısı çeşitliliklerle oluşmuş bir imparatorluğun torunları olduğumuz bilinmektedir.




peki,öyleyse farklılıkların uzlaşarak meydana geldiği bir medeniyete karşı oluşumuz nedendir?

Çarşamba, Aralık 23, 2009

sahaftaki Servet-i Fünun...












geçen gün sahafların içinde kaybolup,eskilerde yol alırken;birden bire onunla karşılaştım.şöyle diğerlerinden daha yaşlı olmasının verdiği ağırlığıyla ve bilgiçliğiyle salınıyordu bir dolu kitabın üzerinde.sahibine incelemek istedğimi söyledim.o da sevinmiş,eskilerin rüzgarıyla içiçe olmasının verdiği sahaflık edasıyla "Servet-i Fünun..." demişti.


gülümsedim ve başımı salladım."seç içinden birini." "iyi ama hangi birini?hepsi güzel.neyse yazısı bol olanından olsun."




o kadar heyecanlandım ki,elime onu ilk aldığım andan itibaren gözlerimi ondan ayıramadım.aynı zamanda, yürürken insanlara çarpmamaya çalıştım,çabaladım ve evime vardım.




Osmanlıca okumak,tarihti sanki.bana kalırsa kendi kültürümüzü daha iyi öğrenmenin yoluydu.nitekim yazılı edebiyatı,tarihi ve kültürü; osmanlıca yazılmış mezar taşları,kitaplar,mektuplar sağlardı.




zor birşey yok,sadece harfleri farklı.yine bizim kelimelerimiz,yine bizim cümlelerimiz mevcut içinde.


ben 12 yaşımda başlamıştım okumaya.ve o vakittir hep sevmişimdir osmanlıcayı.bir de edebiyatı,tarihi çok sevince elimdeki Servet-i Fünun dergisi beni daha çok heyecanlandırıyordu osmanlıca okumak.




masama bir beyaz kağıt koydum,yanına da kalemi.eski olduğundan ,tahrip olmaması için şeffaf bir kap içinde duran Servet-i Fünunu da önüme alıp,harfleri -ki mantık yürütmeniz gerek,hayal gücü gerek osmanlıca için-birbiri ardına açmaya başladım;




"19 Ağustos,sene 1313,Ahmed İhsan,aded 833,no;338"




(bu kısmının fransızcası da mevcut tabii;Servet-i-Funoun;journal ıllustre Turc paraıssant le jeudı...78,Grand'rue de la Sublime Porte,redacteur en chef;Ahmed IHSAN)




"bugün yine kalıba almayan..."




"cenab,tensik vermeye,asar ve avam biaz olan ve eyen bir tebaya mahsur..."




ve tanıdık bir başlık;




"hac yolunda"




"on birinci mektup;kahireden;




sabahleyin güneş henüz doğarken,ufuk daha maviyken..."




ve Cenap Şahabettin derginin başında kullanılmış ve kurucuların ilke edindiği ağır dilin yanısıra,sade bir dil kullanarak,siyah beyaz resimlerle de süsleyerek, gezi yazısını yazıyor.ve yolculuk esnasında merkeplerin,kahirede nasıl kullanıldığından bahsediyor.ve yolculuktaki yollardan;




"süren yol birdenbire döner..."




derginin sonundaysa sayfa ve sayı numaraları,eserler ve yazarları verilmiş.




açıkcası çok sevdiğim ve gitmekden büyük zevk aldığım Süleymaniye Kütüphanesindeki sükunet ve hoşlukta okunan matbular,eski kitaplar ve bilgisayar destekli araştırmaların daha genç ve ufak bir parçasıydı odamda okunan Servet-i Fünun.zannediyorum bu şevkle gidip tarih öğretmenlerimin tavsiyesi olan,yerebatan sarnıcının arka sokağındaki Osmanlı Arşivine de üye olacağım ve bu sayede daha geniş çaplı hareket edebileceğim diye düşünüyorum.ve herkese,eskiyi,tarihini bilmek isteyen herkese özellikle de tarihini bilmekten çekinen genç arkadaşlarıma tavsiye ediyorum.nitekim;




eskilerden güzel ne var ki...























küçük bir hatırlatma;




Servet-i Fünun;(edebiyat-ı cedide), ikinci Abdülhamit döneminde batı etkisindeki sanatçıların kurduğu bir dergidir.1896 dan 16 ekim 1901'e kadar etkili olan bu edebiyat,fransızcadan çevrilmiş;" edebiyat ve hukuk" başlıklı makale üzerine kapatılmıştır.
dergi,bilim dergisi olarak Recaizade Mahmut Ekrem'in Mekteb-i Mülkiyeden öğrencisi Ahmed İhsan Tokgöz tarafından çıkarılmaya başlanır.daha sonra Recaizade Mahmut Ekrem Ahmed İhsanla anlaşır ve dergi edebiyat dergisi olur.Galatasaraylı Tevfik Fikret de kısm-i edebi der muharirliğine getirilir.dergi Muallim Naciyle girilen "göz için kafiye mi kulak için mi?" tartışmasına tanık olur.ve bu anlayıştaki gençlerin biraraya gelmesiyle Servet-i Fünuncular oluşur.derginin kapanmasıyla Fecr-i Aticiler bu oluşumun devamını sağlarlar.




sanatçıları;




+Tevfik Fikret


+Cenap Şahabettin


+Halit Ziya Uşaklıgil


+Hüsayin Cahit Yalçın


+Hüseyin Rahmi Gürpınar


+Ahmet Rasim


+Mehmet Rauf 'tur.



Cuma, Aralık 18, 2009

genç toplumbilimcilere 37 ahlaki buyruk...


2-3 sene evvel tarih öğretmenim bana;"seni sosyolog yapalım." derdi ısrarla.o vakittir bu fikri severek yaşamıştım.kendi toplumunu,tarihini seven meraklı bir sosyolog,neden olmasın?derdim.hem toplumuma yardım etmek de büyük şiarım değil miydi?sonuçta bir de çokkültürlülük tanımının yapıldığı bir toplumda büyümüştüm.


ben bu çerçevede düşünürken,11 yaşımdan beri okuduğum bir dergi geldi aklıma;
"genç beyin"
bu dergi adından da anlaşıldığı üzre genç ve verimli beyinler hedefliyordu.bi nevi gelişimde rehber niteliğindeydi.konularsa dehalıktan tutun toplumda duruş,hitabet sanatı,beyingücü kullanımı,etkileyicilik ve pek çok başarı hikayelerine kadar varıyordu.yani ellerimdeki dolu dolu bir kişisel gelişim dergisiydi.tabii değindiği de yine benim alanımdı;toplumbilimcilik...


derginin bir de öğrenciler için olanı vardı.onunla karşılaşmamsa bir yaz tatil için gittiğim egede gerçekleşti.kitapçıların bulunduğu sokaktan bol bol kitap almıştık.yanlarında da bi dolu dergi vermişlerdi.günün belli saatlerinde denizi bile unutup bu dergilere dalardım.


tüm bunlardan sonra,geçenlerde bir kitaba rastladım;


"genç toplumbilimcilere 37 ahlaki buyruk..."


adı gayet çekiciydi.Gary t.Marx isimli bir yazarın manifesto niteliğindeki çalışmasıymış.acaba bizim dergiye fikir veren bu amcamı diye düşünmedim değil.çünkü fikirleri gerçekten de pareleldi.neyse,biraz da kitabın içeriğinden bahsedeyim;


popüler kültür,toplumsal araştırma yapanlar için önemli bir alandır.ve pek zaman toplumbilimciler medyanın görmedilerini de araştırmak isterler.bu 37 buyruk da işte tam burada devreye giriyor.karmaşık ve hızla değişen dünyada kişisel ve profesyonel konuların ne kadar önemli olduğunu farkediyorsunuz.modernleşmeye bağlı araştırma ruhunun önemini ve iyi bir toplum için ilkeli çalışmanın önemini vurguluyor yazar.bilgi ve bilgeliğin toplumsal araştırmalarla olabileceğinin altını çiziyor.


hemen her başlığın ayrıntılarının bulunduğu başlıklardan bazılarıysa şöyle;


+eleştirel düşünme,gözlemleme ve değerlendirme alışkanlıkları geliştirin


+açık,mantıklı ve vurucu bir biçimde yazın.


+her yere,her zaman,her şeye yazın.


+yeni bir tartışma açın.(tekrarcı olmayın.)


+kitapları okumakla kalmayın,kitap yazın.


+etkileyici konuşmayı öğrenin.


+kestirmeden gidin.


+disipline odaklanın,sorunlarla uğraşın ve disiplinlerarası çalışın.


+cesur olun,riske girmekten korkmayın.


+sınırları genişletin.


+yaşam da,toplumbilim de tamamlanmamış işlerle,tamamlanmamış süreçlerdir.


+gerçek ve sanal topluluklar kurun.


+ustalara ve kendinize örnek alacağınız kişiler kadar,beğenmediğiniz kişilere de dikkatlice bakın.


+sizden daha bilgili ve başarılı kişileri arayıp bulun.


+zafer ve felaketle tanışmayı ve bu iki sahtekara aynı şekilde davranmayı öğrenin.


+bencil olmayın,zamanınızı ve düşüncelerinizi başkalarıyla paylaşın.


+olduğu gibi anlatın.gücü olanlara da diğerlerine de gerçeği söyleyin.


+bilginin toplumbilimine inanın ve onun gücünü kullanın.


+araştırmacı ve fundamentalit arasındaki farkı bilin.


+bir grubu araştırmak için ona ait olmanız gerektiğini ve insanlarınz ait olduğu grupları araştırmalarının şart olduğunu ileri süren dışlayıcı anlayıştan uzak durun.


+düşüncepolisliği yapın.


+eğlenin,yaptığınz işin keyfini çıkarın.


+nüktedan olun.


+sözünüzün eri olun!ilkelerin de düşüncelerin de önemli olduğunu ve insanın farklılıklar yaratabileceğini bilin.bilginin cehaletten iyi olduğuna,bilginin mümkün olduğuna,insanlığa ve toplumsal koşullar dair görgülü ve bilimsel bilginin bu koşulları değiştirebileceğine inanın.




Salı, Aralık 15, 2009

çocuk istismarı!*



gündemini sigaranın zararları,hasankeyfin yok oluşu gibi önemli konulara ayırmaktan çekinmeyen Okan Bayülgen,geçen akşamlarda Muhabbet Kralı adlı programını da "çocuk istismarı" konusuna ayırmıştı.uzman konuklarıyla beraber tartıştığı bu konu,aileleri büyük ölçüde ilgilendirecek cinsten.zira son 1 ayda polise 350 çocuk istismarı için başvuru yapılmış.bu oldukça büyük bir rakam.




öyleyse çocuk istismarı için biraz bilgi verelim;




Dünya Sağlık Örgütü;"çocuğun sağlığını,fiziksel ve psikososyal gelişimini olumsuz etkileyen,bir yetişkin,toplum yada devlet tarafından bilerek veya bilmeyerek tüm davranışlar kötü muameledir." demiştir.2 Eylül 1990 ÇOCUK HAKLARI SÖZLEŞMESİ'ne göre de 18 yaşın altındaki herkes çocuktur.




çocuk istismarına maruz kalan çocukların yaş dağılımı;




%30'u 2-5 yaş arası


%40'ı 6-10 yaşa arası


%30'u 11-17 yaş arası,




Bu tabloya göre istismara maruz kalanların %70'ini küçüklerin oluşturduğunu görüyoruz.yabancı ülkelerde,özellikle amerika ve avrupada kız ve erkek oranları birbirine yakınken,Türkiye'de kızların ortalamanın üzerinde olduğunu de tespit ediyoruz.




ahlaki değerlerin çökmesiyle beraber Türkiye'deki oranların da Avrupaya yaklaştığına vakıf olmaktayız.




ayrıca istismarcıların %90'ı erkekken,%86sının da çocukların tanıdığı birisi olmaktadır.işte bu durum daha da dehşet verici.




Ülkemizdeki bu istismar üzerine oluşan kanıysa,istismara sadece kızların uğrayabileceğidir.oysa bu kanı yanlıştır.özellikle son zamanlarda erkek çocuk istismarı hızla artmaktadır.




eskiden bu durumun vahim durumda olmayışı,Türk kültüründeki koruyuculuğun sayesindedir.Türk ailesinin özellikle kız çocukları üzerinde uyguladığı dışarıdan zarar gelmeye önlem amaçlı koruyuculuk,önlemde aktif rol oynamıştır.




tabii günümüzdeki rahatlığı düşünürsek istismarın neden %53'e çıktığını da gayet rahat tanımlarız.




bahsettiğimiz büyük oranda görülmüş olan cinsel istismarın yanısıra, duygusal istismar,fiziksel istismar ve bilerek zara verme de büyük suç teşkil eder.




çocuklar kendilerine inanılmayacağına inandıkları için bu durumu söylemekten çekinirler.ve özellikle ailede büyük problemler varsa itirafları daha da zor olmaktadır.




çocuk istismarını önlemek için lütfen çocuklarımıza kendilerini rahat hissedebilecekleri gibi davranalım ve onları belli ortamlara bırakırken o kadar da rahat davranmayalım.sonuçta bu durumun psikoloji üzerindeki etkileri yıllarca devam edebilmektedir.öyle ki bu çocuklar geleceğimizin ışıklarıdırlar.lütfen bu konuda bilinçlenelim ve bilinçlendirelim.




ayrıca Okan Bayülgen'e bu hassasiyetinden dolayı teşekkür etmek gerek...


















Cuma, Aralık 11, 2009

!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!*



çok net hatırladıklarım;



."bana oğlumu geri ver Gabar dağları" şehit annesi 2007-2008 kış dönemi





.e-haber sitelerinden bir haber; dün verilen 7 şehit için yapılan törende Şehit ailesinden annenin ayağındaki naylon ayakkabılar dikkat çekti.öyle ki bu soğuk havada aile bireylerinin üzerlerindeki kıyafetlerin ince olmasının görülmesi de içler acısıydı. aralık 2009

fazla söze gerek yok.böylece sürüp giden bu bilgileri her türlü hoşgörüye ve barışa, birileri tarafından kışkırtılarak ve birilerine kızarak öclerini anadolunun masum ve temiz insanlarından alanlara,ve halen daha da bu sığlıklarını bırakmayı düşünmeyen vicdansızlara haykırmak isterim.!

keşke yargı bunları yapanlara ve başlarına bu kadar merhametli davranmasa.hangi dünya ülkesinde terörü destekleyen bir kişi bir adada isteği doğrultusunda yaşamıştır ki!

başımızdakilerin venezuela başkanı hugo chavez gibi bağımsız hareket edebilmeri, ve darbeciler gibi zararlı kesimlere de onun gibi rest çekebilmeleri dileğiyle...



Pazar, Aralık 06, 2009

kelile ve dimne Topkapı sarayına giderse...


2 Aralıktan beri Topkapı sarayının ihtişamlı telaşına bir telaş daha katıldığını öğrenmiştim "billboard"larda.onbin yıllık İran medeniyetiyle ikibin yıllık ortak miraslarımız sergileniyormuş.e madem öğrendik,gidip bu telaşa karışmamak olmaz diye düşündüm.ve kendimi cumartesi günü Topkapı sarayında buldum.



önce hep yaptığım gibi eminönünden tarih koklayarak gülhaneye dek yürüdüm.sonra evvelkiler gibi saraya girip Osmanlıyı karış karış dinledim.avluda hala yankılanan sesleriyle dinlendim.kaç kez gezsem de sıkılmadığım bu sarayda tekrar kendimi buldum.Sarayın başkanlığını yürüten ve müdür prof.dr.İlber Ortaylı'yı yine görmek istedim.odasının önünde dolandım.fakat cumartesi olması hasebiyle bulamadım.ve en son bana yardımcı olmaya çalışan rehber görevini üstlenmiş amcaların dediğini yaptım.sağdan kıvrılan yoldan devam ettim.şöyle ara bir yoldan yürüdüm ve sergi salonuna ulaştım.(daha sonradan tahsis edilmiş arkeoloji müzesine)daha doğrusu ulaştık.



camekanlardaki sergi evvel toprakla yapılmış sanatlarla başlıyordu.tabii burada m.ö.ki tarihlerden bahsediyoruz.herşey zaman sıralı olduğundan sergi bir sonraki aşamasında demiri işlemiş devletlerden devam ediyor.


ve selçuklu dönemine geldiğimizde el yazması matbular karşılıyor bizi.içerisindeki minyatürlere hayran bakakalıyoruz.numaralandırılmış bir metin dikkatimizi çekiyor.hemen karşılığını bulup okuyoruz;Kelile ve Dimne.


hani şu Beydebanın yazdığı,fablın ilk ve önemli örneklerinden kabul edilen,siyasetten erdeme farklı hikayeler barındıran eser.m.ö. 1.yüzyıl.


anımsıyorum;kitap adını ilk bölümdeki hikaye kahramanı çakallardan almıştı.biri doğruluğu temsil ederken diğeri yanlışı simgeliyordu.


böyle matbular ve kitaplar birbiri ardınca sıralanmış diğer görülmesi gereken eşyaların yanına.biraz daha farklı konulara giren sergi -para mektup vs.- devamındaysa nizam-ı hüsrev(ferhat ile şirin) ile nizam-ı kays(leyli u mecnun)'ı barındırıyor.bir de yusuf ile züleyha'yı.hepsi birbirinden ilgi çekici.an geliyor kendinizi Süleymaniye Külliyesinin Kütüphanesindeki el yazması Osmanlıya ait kitapların dedeleriyle karşılaşmış gibi hissediyorsunuz.


burdaki havayı teneffüs etmek bile çok güzel.serginin sonunda kumaşlara,el dokumalarına hayranlık beslerken,İran medeniyetinin yansımalarını barındıran,üzerinde çeşitli figürlere yer verilmiş muhteşem kapı da sizleri selamlıyor.


5 Şubat 2010'a kadar hala şansınız var.şiddetle tavsiye ediyorum...
tabii bir de cumartesi giderseniz 15.00-16.00 saatleri arası gösteri yapan mehteran takımını kaçırmayın derim.

Salı, Aralık 01, 2009

kalıplar fuarından...


kalıplar,basit fikirler ve simgesel tutuculuk...


günümüzde simalardan düşmeyen olgular bütünleri olmaya hak kazanmışlar.ne acı!




kendilerini doğru kabul edilen simgelerin ardına saklayarak dilediklerini yapabileceklerini zannedenler,çizilmiş çizgilerin dışındaki çizgilere ucube gözüyle bakıp,henüz onları yargılamadan silmeye cürret eden zihniyetler...




doğrucuları rüşvet almıyor diye yalancı kabul edenler...(selam verdüm rüşvet değildir deyi almadılar-Fuzuli-)


işte biz bu alayda yuvarlanıp giderken...




5 Mayıs 2008'den bu yana Youtube sitesine ulaşılamıyordu.aradan vakitler geçti ve insan hakları ihlali gerçekleştiği gerekçesiyle geçtiğimiz günlerde AHİM'e gidildi.nihayet!halbuki ulaşımda belli sınırlar konulabiliyormuş!bizimkiler ne yapsın "aman,hakaret"deyip boynunu koparıverdiler.sebep;3-5 insan elindeki kötü videoları sanal aleme sundu diye.peki denetleyemez miydiniz?kapatanların aklına şimdi mi geldi Youtube'la denetleme için anlaşma yapmak?bakın Facebook gibi video çöplükleri bile kendilerini denetleyebilmekteler.aslında daha görmek istemediğiniz,kötü ve zararlı olan siteleri neden engellemiyorsunuz da bunu görüyorsunuz?özgürlükler niçin kısıtlanıyor?


İnternet Teknolojileri derneği başkanına göreyse bu yasak, hukuksal süreçte insan hakları 10. maddesine ithafen ifade özgürlüğüne engel teşkil ediyor.gerçi ne kadar yasaklansa da pekçok insan youtube'a bazı yöntemlerle ulaşabiliyor.buna Başbakan dahil.




bu yasaklardan bahsederken ortaya büyük korkular,kalıplar,dar fikirler başlıklı eleştirel düşüncelerim geldi aklıma.




lisedeyken bir hocamdan gördüğüm davranışlar bütünüydü beni buna iten.edebiyat derslerinde aktardığı bilgileriyle büyülerdi beni.davranışlarıylaysa edebi temsil eden edebiyata uygun mu diye düşündürürdü.onu 15-16 yaşlarımda tanımıştım aslında.ama hareketli biri olduğumdan onun sadece bana "deli kız"demelerini duyabiliyordum.ve tarih hocalarımın başlarına musallat olmaktan,yazılar yazıp veya bulup fikir danışmaktan ona pek dikkat etmemiştim.bir sonraki senemde dersime gelmeye başlamıştı.kendisi muhafazakar olarak tanınıyormuş.benimle yaptığı sohbetlerdeyse özümü ve kültürümü koruma çabama bakarak nadir olduğumu ve ileride büyük bir ışık olabileceğimi söylerdi,tıpkı diğer hocalarım gibi.bana bu kadar inanç gösterirken...sene sonu gelmişti ve son sınavlara girmiştik.son sınıfları biraz serbest bırakırlar.çünkü onlar össlidir.bu esnadaki 17-18 yaşlarındaki erkek öğrencilere aşırı bir laubaliyet göstermesi şaşırtıcıydı.bu,nefretleri üzerine toplamasına neden oluyordu.ancak kendisinin son sınavında yine sevimli bulduğu erkek öğrencilere rahat davranıp kendisi gibi muhafazakar kimliği olduğunu öğrendiği erkek öğrencisini kopya teşebbüsünden dolayı dinsiz ilan etmesi trajikomikti.yine çok sevdiği beni,o sevimli bulduğu erkek öğrencileriyle yakın arkadaş olmam sebebiyle,bu öğrencilerin ders notum yüksek diye benden kopya almalarına başta rahat davranıp,sonra beni de düşüncelerime ters bir insan olmakla suçladı.büyükçe bir şaşkınlık yaşadıktan sonra düşüncelerimizle aleni oynamaya çalışan bu hocamızı anlayamadık.önce bugüne kadar kopya bile çekemeyen biri olarak-çünkü hem yeteneğim yoktu hem de itibar meselesi olarak hocalarımın bilgi ve ilgilerine hakaret addederdim- acaba bir edepsizlik mi ettim diye yanına gittim.bugüne kadar hiçbir hocamla aramda en ufak sürtüşme bile yaşamamıştım.insanları da kıramam hani.bana verdiği cevaplar beni şoke etti.bu sefer de "hakkımı helal eder miyim bilemiyorum" diyordu.


öyle hiç yalakalık yapamazdım.eğer insanları seviyorsam ve değerlerini hakediyorlarsa onlara güzel sözler sarfederdim.ne yani haksızlığa uğramışken,haksız dahi olsam böyle bir tavrı peşinde sürükleyene yalvar yakar mı olucaktım.tek dediğim eğitimci olmasına da saygımla şuydu;"siz bilirsiniz"diğer arkadaşımsa bana şunu demişti"hande boşver,onun istediği de bu.rahat davranıcaksın,bak bana"dedi.ben mi saftım,o mu haklıydı anlayamadım.çünkü kafam karışıktı.zaten yaş olarak da arkadaşımdan olmaması gereken kadar küçüktüm.böyle olunca arkadaşımın daha akıllıca düşünebileceğine inandım.ama ne rahat davrandım ne de hocama ısınabildim.


bu nasıl bir düşünceydi.bu nasıl bir yargıydı.ne kadar da taraflıydı.
aslında doğru olan söz şu olmalıydı;
"bu ne diyet,bu ne lahana turşusu!"


ah kalıplar.hep diyorum bari üniversitelere girişte kültürel sınama koyun.hele nesiller yetiştirecek öğretmenlere.onların bilgili,eğitimli ve engin düşüncelere sahip olmaları gerekir.ne olur bizi harcamayın.biz gençleri bu düşüncelerle köreltmeyin.ufkumuzu açın.ne olursunuz!


kalıpsız düşünen insanlarla kalıpsız günler dilerim...




Pazar, Kasım 22, 2009

schwamme grippe*


geleneğe uydum,ben de domuz gribi oldum.

2 gün hayattan irtibatı kopardım,3-5 gün de evimin kapısından dışarı adımımı dahi atamadım.dışarıda da inadına güzel bir hava.

İstanbul daha bir güzel.

kime ve neye kızacağımı bilemedim.

malumunuz salgın,hem de beynelminel bir hal almış.ne elinize yüzünüze sürüdüğünüz jelleri dinliyor, ne de başka birşeyi.çaresiz hastalığın daha önce hiç karşılaşmadığım acılarına,geceleri düşmeyen ateşlerine katlanmak zorunda kaldım.sadece ben de değildim geceleri ziyan olan;başımda durma bekleyen ve bana bakan annem ve babam da vardı.

hastanelerde her yerde koruyucu jeller,spreyler ve kan alma odalarının sıcaklığının 25 derecenin altına düşürülmemesi...haftalar öncesi önemsemediğim gribi önemseten nedenler.


domuz gribi.H1N1...hepimiz bu gribin yıllar önce ortaya çıkmış İspanyol gribinin evrimleşerek oluştuğunu öğrenmiştik.normal bir grip gibiydi,ama çok daha fazla acı çektiriyordu,hatta can alabiliyordu.

domuz gribi normalde domuzlarda görülen A tipi grip virüsünün yol açtığı bir solunum hastalığı.ve şu sıralar haber geçitlerinde sıkça okumuşsunuzdur;Dünya Sağlık Örgütü gribin daha da yayılacağı konusunda uyarıyor.

hastalığa yakalandığınızda tek yapmanız gereken normal bir gripmişsiniz gibi davranmak.greyfurt,portakal,limon sıkıp içmek.adaçayı demlemek vs.çünkü başka çareniz yok.doktora gittiğinizde,size normal gripsiniz denmiyor.çünkü grip vakalarının yüzde doksanı domuz gribi.


aşı demeyin.bunda bile kobay olduk.şimdi zararı yok gibi görünüyor ama ya yıllar sonrası?


toplu alanlardan,fuar,çarşı,pazar,otobüslerden(iett) uzak durmak lazım ama bayram arifesi pek mümkün olmasa gerek.hele mevsimsel grip olmamız gereken bir vakitte ve havalar bu derece değişkenken.en çok korktuğumsa memleketlere ve tatil yerlerine dönüş olucak şu bayram tatilinde grip felaketinin daha da yayılması.herkes farklı yerlerden ve enfeksiyonlarla gelicek.hele uzakdoğuya gidenler nasıl dönicek?

her ne şartlarda olursa olsun kendi pisliğini yiyen ve vücudunda sürekli bakteriler üreten şu domuz hayvanının yaptığına da bakın.

aslında sadece bu da değil etkileri.domuz hayvanı çok çabuk büyüyebilen bir hayvandır.çünkü büyüme hormonunu çok hızlı salgılayan bir yapısı vardır.ve onun etiyle beslenen insanlarda da aynı etkiyi gösterir.


ben de hep merak ederdim.domuzu rahatlıkla yiyen ülkelerdeki insanlar neden kocamanlar diye?mesela ergenliğe girme yaşlarıda düşüktür bu ülkelerin hep.sebebi aslında gayet açıkmış.


ve sonra tekrar araştırdım.bakın daha ne gibi zaraları varmış.ama evvel şunu demek istiyorum;ülkemizde yılda 3 bin ton üretiliyormuş domuz eti ve yağı.bu sadece inandırıcı kılındırılmaya çalışılan kısmı.biz GDOyu tartışaduralım domuz salgınlarıyla bizi dünyadan göndermeye hızla devam ediyor.peki siz hala her bulduğunuz yerden et ve türevleri olan ürünleri gönül rahatlığıyla tüketiyor musunuz?(önce bir temizliğe dikkat edelim de)şunu da belirtmeliyim ki domuz gribi etiyle geçmiyor ama zararları aşağıda.bir de;eğer müslümansanız veya yahudiyseniz zaten yemeniz abestir.müslümansanız;çünkü Allah,domuz etini haram kılmıştır.ne gibi tehlikesi olduğunu bildiği için.Şüphesiz O herşeyi en iyi bilendir.

yahudilerse,dinlerine hristiyan ve müslümanlardan daha bağlı insanlardır.ve Tevrata göre asla domuz eti yemezler.zaten yahudiler kendilerine zararlı hiçbir şeyi yemezler.


zehirli maddeler:çok yağlı olduğu için yağı kana geçtiğinde atardamarların sertleşmesine neden olur,tansiyon yükselir ve kalp enfatüsü olur.içindeki sutoksin zehrini atmak için vücuttaki lenfler çok çalışır ve lenf düğümleri iltihaplanır.=Domuz hastalığı


kükürt:içindeki fazla kükürt eklem iltihaplanmaları yapar.


deri hastalığı:"imidazol" denilen kaşıntılar yapar.nörodermatit ve egzama yapar.


trişin:tek kaynağı domuz olan ölümcül bir hastalıktır.


siroz:Ottowa üniversitesi kaynaklı araştırmada kişi başı domuz eti tüketimiyle sirozun orantılı olarak devam ettiği tespit edilmiştir.


kanser:pekçok kansere sebebiyet verip,içerdiği büyüme hormonu da kanserin ilerlemesine etkendir.


obezite


haya duygusunun azalması:domuz eşini kıskanmayan tek varlıktır.aynı zamanda bir dolu domuzla beraber olabilir.yapılan araştırmalar bu durumun insana yansıdığını göstermiştir.çünkü domuz yağı E vitaminini öldürür.

ayrıca karakter değişikliğine sebep olduğu da tespit edilmiştir.
















Pazartesi, Kasım 16, 2009

adem olmak...




anekdot;




"adem olmak" tabiriyle kastedilen,toplum tarafından genel kabul görmüş bir ahlaka,kültüre,tavra ve adaba sahip olmaktır.bizim toplum dibe vurmaya çalışıyorsa,genel kabul gören kalıplar bütünü acaba nasıl ve ne kadar doğru şekil alabilir?



ekimin güneşli,hafif esintili harika bir günüydü bahar kokusunu saldığı...aslında tam hatırlamıyorum,kasım başı da olabilir bahsim.



yaz tatili dönüşünden beri rutin olarak devam ettiğim bostancıdaki dil kursuma gidiyordum.evim bu yazbaşı itibariyle çamlıca eteklerinde olduğundan önce altunizadeye iniyordum,ordan da üsküdar-bostancı arasındaki hatı kullanarak bostancı yolunu tutuyordum.


2 otobüs değiştirince,mesafe de uzun olunca yıllardır aşina olduğum otobüs ve durak muhabbetleri benim için vazgeçilmezleşiyordu.bazen öyle abartıyorum ki insanlar fazla samimiyetime teşekkür dahi ediyorlardı.garipsediklerini bilsem bile hepimiz kardeşiz felsefemden kurtulamıyordum.kimi zaman yaşlı bir dedeyle,nineyle olan sohbetim,kimi zamansa elimdeki şekeri dahi yanımdaki o koskoca amcaya uzattıktan sonra,amcanın "paylaşmak güzel şey"deyip çocuk gibi sevinmesiydi mutluluğum.


aslında bu yolla çok daha fazla insan tanıyabiliyordum.-zaten bi nevi hümanisttim ,kelime insanları aşırı sevmenin tam karşılığı olabilecekse eğer.-bence bu devirde insanları 2 şekilde tanıyabilirdik;birincisi herkesin tüm hayatı sergilemekten büyük memnuniyet duyduğu facebook,bir diğeri de sosyal ortamların bence baştacı olan iettler.sözgelimi bu yaklaşım tabii.


o gün,bostancı otobüsünde bir teyzenin yanında yer buldum.hemen yanımdaki dörtlü koltukta 4 genç kız muhabbet ediyorlardı.hemen karşımda da gözleri pekiyi görmeyen bir genç kız daha.



otobüslerde aslında olmadık diyeceğiniz insanlardan bile çok fazla kültürel bilgi öğrenebilirsiniz.mesela ben taksim-beşiktaş-sarıyer otobüsünde umursamaz tavırları olan bir teyzeden arnavutköy hakkında bi dolu ,çoğumuzun bilemeyeceği bilgiler edinmiştim.tabii hep böyle olmayabilir,işler ters gidebilir,pekçok dedikodu da dinleyebilir,sıkılabilirsiniz orası ayrı mevzu.:)



yandaki gençlere ister istemez kulak vermiştik.anladığım kadarıyla kızlar özel üniversiteye henüz bu sene başlamışlardı.yaşıttık.doğrusu ben biraz daha küçüktüm.tabii benim okulum her ne kadar kasımda başlayacak olsa da Türkiyede okullar açılmıştı.



kızlar,şöyle sokakta onlarcasına rastlayabileceğiniz,fabrikanın tek tip üretimi gibi tarzları olan kızlardı işte.en bayıldığım yanlarıysa konuşma tarzlarıydı.bir kelimeler nasıl bu kadar yuvarlanabilirdi?Türkçe nasıl bu kadar bozulabilirdi?bu neceydi?anlam veremedim.tek bildiğimse Okan Bayülgen yahut muhterem Metin Uca gibi insanların zeki ve kültürlü sayılabilcek sivri eleştirilerine layık olduklarıydı.

o esnada Burak denen çocuğun ne derece vasıflara sahip olduğunu,kızın kurlarını ve arkadaşlarının kızı dizilerdeki bihter karakterlerine benzetmelirini de öğrenmiştim.


ne kadar da önemli ama değil mi?tabii bunlar anlayabildiğim kadarı.amacım ahlak ahkamı kesmek değil belki ama gençler arası espritüel yahut güncel muhabbet ve davranışların da seviyesi olması gerektiği taraftarıyım.



bakışlarım öyle deliciymiş ki karşımdaki kız beni anlarcasına ve bana hak verircesine gülümsedi.yanımdaki yaşlı teyzeyi beraber otobüsten inmesine yardımcı olduk,4 kızın yaşlı nineye olan küçümser bakışları altında.ve muhabbete koyulduk.

inmem gereken durağa geldik ve tesadüfen o da benimle indi.vedalaşırken bana sımsıkı sarıldı.ben de ona.



bu kız onlar kadar boyalı değildi,ilgi çekme çabasıyla da yanıp tutuşmuyordu.doğallığı ve doğallıktan yana oluşum bizi buluşturmuştu.


şimdi başlık neden adem olmak ki diye bana sorucaksınız biliyorum.


efendim,daha neden olsun.


belirli kalıplar çıkarıp,kendimizi onlarla standartlamayalım dedikçe yeni fikirler yerine aşırı ahlak kaybı bulduk.anlattıklarım sadece yansımalarıydı.


oysa adem olmak,adam olmak ne okula ne de giyinişe bakardı.süse püseyse kafasını kaldırmazdı.

böyle insanlar mı ileride kardeşime,daha 1 yaşında olan kuzenime öğretmen olucaklardı?bunlar mı fikirler üretip ülkeyi yöneticeklerdi?

sırf kızlar değil,geçenlerdeki gibi, mantık dışı,stratejisi dahi olmayan bilgisayar oyunlarının başında ölen çocuklar mı atalarımın emanetlerini yükleniceklerdi.


"anne baba ve arkadan gelen bir deli(çocuk)"sözüne nazire gibi oldu cümlelerim.


insanlıktan,ahlaktan yoksunluğa ,yapaylığa doğru çığ gibi büyüyen zevklerimiz,bizi ademlikten ederken...afedersiniz yine sinirlendim devam edemeyeceğim...



















Perşembe, Kasım 12, 2009

siyasi fikir hürriyeti...


"Siyasi fikir hürriyeti bizde sadece ve sadece devlet ve onun polisi,savcısı tarafından kısıtlanıyor gibi algılanır ve öyle gösterilir.siyasi fikir hürriyetini baltalayanlar bizde bizzat vatandaşın kendileri,hatta hürriyetperver geçinen zümrelerdir.insanlar işlerine gelmeyen fikir sahiplerini çok tenkit ederler,onu koruyanlar da öbür vatandaşlardır.dolayısyla bizde bir fikir adamının,bir sanatçının tarafsız kalması mümkün değildir,bir tarafa kapaklanır.tarihçiye engel meslektaşından gelir,okumuştan gelir.şunu diyemezsin bunu diyemezsin derler.bir şey dediğin an bi tarafın adamı olursun.onun için bu gibi memleketlerde geniş tarihi sentez ve yorum yapılamaz.bu ülkede yapılacak iş bilinmeyen tarihi bildirmektir." demiş prof.dr.İlber Ortaylı hocamız,tarihçinin karşısına çıkan siyasi fikir hürriyeti engelinden bahsederken.


fazla söze ve yoruma gerek yok.açık,anlaşılabilir cümleler bütünüdür yukarıdaki paragraf.bir tarafa kapaklanır,diğer tarafın fikirlerine bol hakaretler ve tenkitler ederiz biz.sulhsuz,hoşgörüsüz.ne yazık!öyle özgür de olamayız hani.ne fikirlerimizde ne de yaşantımızda.



***tavsiye ederim ki:


"tarihin izinde "İlber Ortaylı=söyleşilerinin mevcut bulunduğu kitabı*

Cumartesi, Kasım 07, 2009

Osman!Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın.


tarihle içiçe olamadığım bir yaşamımın olduğunu düşünemiyorum.kimbilir ne kadar yalın olurdum.


geçenlerde pek kıymetli İlber Ortaylı'nın kitabında okumuştum.röportajından bir bölümde tarihçi olunmaz doğulur diyor.merak,her insanda olamaz demiş.bir de eklemiş;"kendi yaşadığı dönemde değerlerin kaybolup gitmesiyle insanın bir başka ortama gitmesi sözkonusu oluyor.zannediyorum halden memnun olmamak ve genç,hatta küçük yaştan itibaren nostaljiye kapılmak,mevcut durumdan kurtulmak için kendine yeni bir dünya aramak;bunların tesiri olmuştur tarihçi olmamda.''


zannediyorum benim merakım da işte sayın İlber Ortaylı'nın anlattığı bu durumdan kaynaklınıyor.kirlenen bir dünyaya duyulan memnuniyetsizlikten...


bu düşünceleri okumamın üzerinden çok geçmedi,elime alıp başladığım başka bir kitabın ilk sayfalarında rastladığım isimle,doğruları yeniden tarttım.kitap Halil İnalcık'ın Devlet-i'Aliyyesiydi.araştırmalarına evvel Osmanlının kuruluşundan,Türkmenlerin Anadoluya göçlerinden başlanmıştı.rastladığım isimse Baba İlyasın soyundan gelen Vefaiyye-Babai şeyhi Ede-Bali' ydi.

bilindiği üzere Şeyh Edebali'nin Osmanlının kuruluşu üzerinde büyük bir etkisi vardır.kendisi alimdir ve Osman gaziye olan nasihatiyle,kurulacak olan devletin felsefesini çizmiş ve bu devlet 600 sene kıtalara hükmetmiştir.

kirlenen bir dünyadaki liderlerin bu felsefeye uymaları neticesinde neler olabileceğini düşündüm,ve Şeyh Edebalinin Osman Gaziye olan nasihatini bir kez daha işte bu düşüncelerimle okudum.böyle ince bir felsefe üzre yetişen bir toplum olsaydık eğer,memnuniyetsizliğim de kaybolucaktı diye düşündüm.

"Ey Oğul,

Beysin!bundan sonra öfke bize,uysallık sana.güceniklik bize gönül almak sana.suçlamak bize katlanmak sana.acizlik bize,yanılgı bize;hoşgörmek sana.geçimsizlikler,çatışmalar,uyumsuzluklar,anlaşmazlıklar bize;adalet sana.bundan sonra bölmek bize bütünlemek sana.üşengeçlik bize,uyarmak,gayretlendirmek,şekillendirmek sana.bilgisiz kılıç ham armut gibidir.milletin kendi irfanın içinde yaşasın.ona sırt çevirme.her zaman duy varlığını.toplumu yöneten de,diri tutan da bu irfandır.

ey oğul;sabretmesini bil,vaktinden önce çiçek açmaz.şunu da unutma!insanı yaşat ki Devlet yaşasın..."


başımızdakilerin tümüyle bu felsefe üzerine hareket ettiklerini düşünsenize.dünya,daha da yaşanabilir olurdu.


bir de bilgilerle dolu bir dünyadan bahseder;

"kişinin gücü günün birinde tükenir.ama bilgi yaşar.bilginin ışığı kapalı gözden bile içri sızar,aydınlığa kavuşturur.hayvan ölür semeri kalır,insan ölür eseri kalır.gidenin değil,bırakmayanın ardından ağlamalı...bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli.''



''şu üç kişiye;cahillerin arasındaki alime,zengin iken fakir düşene ve hatırlı iken itibarını kaybedene acı!"


ve sona doğru;


91 senesinin sonuna doğru,dünyaya gelmeme yakın babam hep benim için;Edebali gelicek Edebali gelicek dermiş.


keşke babamın dedikleri doğru olsa da,ben de Edebalinin bu güzel felsefesi üzerine yaşayabilsem.umarım ben ve benimle beraber yetişen nesil olarak bu anlamlı felsefe üzerine ülkemizi yönetebiliriz.


ve son olarak,bizler Osman gazinin torunları olarak,birer Osman olarak Şeyh Edebalinin şu sözlerini de dinleyebiliriz;


"yalnızlık korkanadır.toprağın ekim zamanını bilen çiftçi,başkasına danışmaz.yalnız başına kalsa da!yeter ki toprağın tavda olduğunu bilebilsin.Sevgi davanın esası olmalıdır.sevmek ise sessizliktedir.bağırarak sevilmez.görülerek de sevilmez!..geçmişini bilmeyen,geleceğini de bilemez.


Osman!Geçmişini iyi bil ki geleceğine sağlam basasın.



nereden geldiğini unutma ki,nereye gideceğini unutmayasın...''







Cuma, Kasım 06, 2009

düşünmek taraf olmak demek,öyleyse onlar hangi taraftalar?siz hangi taraftasınız,ben hangi taraftayım?


birilerinin doğru söylemesi,birşeylere körü körüne bağlı kalmadan doğru söylemesi ne yazıktır ki biz insanoğluna itici geliyor.hele de bu doğru söyleyen Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerindeyse ve bazı düzensizlikleri yerip,onları sağlıklı bir devletten,gelecekten uzaklaştırmaya çalışıyorsa ...




bu topraklar üzerinde yıllar süren konular,yıllardır süren düzenler vardır.bu durumlar çerçevesinde her insanın da düşüncelerinin yoğrulduğu bir taraf vardır.herkes kendi tarafını seçer ve o tarafta saf tutmaya başlar.başlar belki ama tarafın başındaki lider ne derse he der,farklı düşünse dahi he der.ne de olsa o büyük baştır.ondan doğru kim bilebilir ki.öyle değil mi ya.


3 senedir siyasi bir düşüncenin gençlik kollarına girmek istiyordum.ama şöyle fikirlerimi savunabileceğim,doğru yoldan ilerleyebileceğim,eşitlikten,adaletten yana olup,öyle keskin taraflar çizmeyeceğim bir düşünce sisteminin içinde savrulup,beyin fırtınaları koparmak istemiştim.hangi kapıya bakarsam bakayım görüyordum ki liderin sözüne haşa tapılıyordu,at gözlükleri takılıyordu.siyaseti de farklı amaçlar için kullanıyorlardı kimileriyse.kimileriyse sokak sokak eylemlere karışıp,seslerinin hiçbir etkisinin olmadığını,sorularının cevaplarının polis copu olduğunu bile bile -ki kesinlikle eylemleri yanlış buluyorum,varsa da düzgün bir icraat bence öyle yapılmaz-bu duruma devam ediyorlardı.pekçoğu da gençliklerini çürüttürüyor,kullandırtıyordu diyelim.yani benim aradığım farklı düşüncelerin çarpışmasıyla ve dozunda hoşgörüyle ortaya çıkan genç düşüncelerden emare yoktu bu topluluklarda.çaresiz büyümeyi beklemeye karar verdim.şöyle 18ime gelmeliydim bi defa.


düşündüm durdum,hem sesli hem sessiz.ansızın annem duydu beni."yok öyle hayalini kurduğun bir yer"dedi.zaten hep karşıydı benim siyasi ateşime.korkuyordu,haklıydı.kendisi de gençliğinde girmiş,görmüş ama evlendiği için devam ettirememiş etkinliğini.pişman mı bilemem ama benim dünyanın en doğru düşünen adamı olsam bile düşüncelerimin farklı yönlere çekilip,yargısız infaz yapılabileceğinden korkuyordu.


anneme isyan edebilecek konumda değildim.haklıydı.benim düşüncemse "hep böyle elimiz kolumuz bağlı oturmalı mıydık?"tı.ama annem de haklıydı.


doğru söyleyenlere baktım tarih boyu.


onlardan genelleme dahi oluşturabilirdik.bir kısmı trafik kazası geçirmiş mesela.anımsıyorsunuzdur.


bir kısmı yaptıkları mesleklerden,icraatlarından uzaklaştırılmışlar.aklınızdaki isimleri satırlara yazdım kabul ediyorum.


bir kısmı da savcılığın soruşturmalarından yahut davalardan kaçamaz olmuş yazdığı yazılar yüzünden.he,aklımdaydı üst satırlarda,o kadar taraf deyince,düzenli olarak okuduğum yazarlardan biri de aklıma böylece gelivermişti.


Ahmet Altan...


bırakın birileri de konuşsun,bırakın birileri de düşüncelerini bağıra çağıra söyleyebilsin,bırakın birileri de yersin,birileri de barışçıl baksın dünyaya diyorum istemsizce bu ismi duyunca.


ne ondan Ahmet Altan ne de bundan.hiçbirimizin tarafında değil.kendi tarafında.hasret kaldığım düşüncelerden biridir kendileri.nitekim kendisi özgürlük ödülünü alabilmiş biri.doğru söyleyip,her seferinde her köşe yazısından ve düşünceden kovulmaya alışmış biri.


diyeceksiniz seninki de körü körüne bağlanmak değil midir?elbette değildir.ben sadece Ahmet Altan okumam.tüm gazetelerin köşe yazarlarını okurum.içlerinde Ahmet ALtan kadar desteklediğim de var,onu desteklediğimden daha fazlası da var,daha azı da.Ahmet Altanı okurken de,kendimce eleştiririm yapılması gerektiği gibi.olumlu yahut olumsuz.


eğer siz günde sadece kendi tarafınızın gazetesini okuyorsanız körü körüne bağlısınızdır.simgeleştirilmiş bir biçimde,hatta pek zaman putlaştırarak gazetenizin ismini gösterecek şekilde bakın ben ne okuyorum diye gösteriş yapmak niyetiyle çantanızdan gazetenizin ucunu çıkartıyorsanız,evet siz at gözlüklüsünüzdür.


düşünüp durmaya devam edeceğim.at gözlüklüler ne tarafta,doğru söyleyenler ne tarafta?diye.bir de ben ne taraftayım diyeceğim sanırsam.

düşünüp durmaya devam edeceğim.bakalım nereye kadar gidebileceğim...


Pazartesi, Ekim 26, 2009

Evet, gün geliyor, bıkıyorum senden,
ama İstanbul'dan bıkmak gibi bir şey olur bu.
CEMAL SÜREYA

Pazar, Ekim 25, 2009

ninemden mektuplar...


sizlere bir de Denizlili çok kıymetli ozanımız Özay Gönlüm'e ait olan ege şivesiyle yazdığı ve okuduğu "ninemden mektuplar"dan bir parça sunmak istedim;

(Özay Gönlüm (d. 5 Şubat 1940, Denizli - ö. 1 Mart 2000, Ankara), repertuvarı Ege Bölgesi ve özellikle de Denizli yöresi ile özdeşleşmiş ve mizahi unsurlara rahatlıkla yer verdiği çalışmalarının ustalığı ve derinliği zamanla farkedilmeye başlanan Türk Halk Müziği'nin büyük üstadıdır.bknz;wikipedia)

"ey benim umudumun kandili, gozyaşımın mendili, dağdan bağdan aşırmadığım, dilden gönülden düşürmediğim, türküylen yörüttüğüm duaylan böyüttüğüm, kardan kıştan kayırdığım, bazlamaylan doyurduğum, tarlada toprağım, ağaçta yaprağım, bi tenem yavrım benim nasılsın bakem eyi misin?ben ninenden sorarsan şükürler ırabbıma iyiyim, senden başka heç bi tasam yok. yavrım köyün içinde negada havadisler varsa hepiciğini yazın deyyon. mıgırdıcın şaban oğlan, yalınayak fadimenin ıramazan, fıtık osmanın murat, askerliğimiz yetti günümüz bitti deye geldiler gari köye.. maşşalah bi olmuşlar gahpanalılar* maydanoz gibi gittiler durp gibi geldiler. yavrıım geçenlerde bekir dayın gile uğradım. öteden beriden epey gonuştuk. bekir dayının gızı ayşe var ya, ayşe'ye eski köylü memiş'in veli aga'ya dünürlüğe gelmişler. e onlar zati evelden duyarız, işleri mişleri pişirmişler ya neyse gari düğünleri olcek deye bekleyoz. bekleyoz da bi haber geldi ki, ayşe'nin bubası bekir dayın beş bin lira başlık vermezsen vermeycem deyomuş veli ağbeyne. len! beş bin lira başlığı nerden bulsun veli ağbeyin. donunu mu satsın. ah gahpanalı gevur.. bekir dayını diyom. hani olcakmı ya, sen önden şöyle olcek böyle olcek deye gari demedin mi? "

Cuma, Ekim 23, 2009

işte genç!


Türkiye İş Bankasının gençler için kurduğu site işte genç.içerisinde teknoloji,yaşam,kitap,kültür sanat,spor,oyun,sinema,müzik gibi kategoriler barındırıyor.ayrıca içerisinde pekçok değişik,güncel konular barındırıyor.röportajlar,e-müze kartları da diğer bi özelliği.

görüşlerinizi de belirtebiliyorsunuz.

bi göz atmanızı tavsiye ederim.

Cuma, Ekim 09, 2009

güneş önce bulutlara değer...:)))

dedem,payam ve bergamut***



hatırlıyorum,güneşin hafiften bastırdığı,sıcaklığı artırmasına rağmen bunaltmadığı sabahlardı erken uyandığım.
kocaman gövdelerinde upuzun,rengarenk ve sıra sıra balkonlar bulunduran 3-5 katlı,bahçeleri ağaçlarla dolu evlerden birindeydim işte.şöyle el kadarkenden beri aralıklarla uğradığım sıcacık bir evdeydeydim.



sabahları 8 sularıyken uyanırdım anneanemin çiçek kokulu nevresimlerle hazırladığı yatağımda.uykulu ve mahmur bir halde loş holden geçip salona varırdım.

dedem,işte burada beklerdi beni.

bacak bacak üstüne atarken bile kibarlığını konuşturmuş;kol boyu,dirseklerine doğru uzanan bir gömlek giymiş,koltuğuna yaslanmış,bergamut kokulu çayını içerken bulurdum onu.

bu esnada,odanın içine bergamut kokuları yayılmış olurdu.çayının tadında ve onun kokusunda vazgeçemediği bergamut...

ansızın bu koku burnunuza değdiğinde içinize olabildiğince fazla miktarda mutluluk dolup taşardı.anlam veremezdim.

dedemin,ağarmış saçlarının ortası kel kalmıştı .ancak asilliğini ve dirençliliğini elinden alamamıştı yaşlılığın bu hali.omuzları düşüktü.sanırım onu böyle tarif edebilirim.

yüzündeki tebessüme olan güvenimle gidip yanına otururdum.hemen bana da o saplı cam bardaklara çay konulurdu.yanında da bir kase bisküvi.ahşap sehbanın üzerindeki ahenkleriyle...
karşımızda da ajansları sunan bir televizyon.onun yanında ahşap,tikitakları sallanıp duran bir saat.

yani zaman kavramı.

o esnada dedem anlatmaya başlar hikayelerini.

belki de bundan çok severdim hikayeler dinlemeyi.

gözlerimi ondan ayırmaz,üslubuna hayran kalırdım küçük yaşımdan beri.idol olurdu bana bu tavırlar.

anlattığı ilginç olaylar ve onlara geçmişte bulunduğu yaklaşımlar beni şaşırtır ve bilinçlendirirdi.


çok zaman bahçede yaşıtlarımla bağıra çağıra oynadığım,dizlerimi yaraladığım o tatlı oyunlardan bile daha zevkliydi bu sohbet.

anlatımını bitip bana döner,o vakit ben hayali kahramanlara bürünürdüm.o da bunu çok severdi.bir de çok sevdiği ben vardım.

mesela ben anadoludaki bir nine oluverirdim askerdeki torununu bekleyen.pek zaman Özay Gönlüm'den bir parça oluverirdim.dedem ege şivemle konuşmama bayılırdı.bence sevinci, özümü kaybetmiyor oluşumaydı.

elime bir de işlemeli bastonunu tutuştururdu.artık karakterime tam anlamıyla hazır olurdum.

sohbetimiz de bu karakter üzerinden devam ederdi.

gittiğimde bana torbalar dolusu aldığı şekerlemeler,çikolatalar bile beni bu muhabbetimiz kadar neşelendirmezdi.

bahçede asma yaprakları,kayısı ağaçları vardı.

dedemin ışıl ışıl,sevimli, ela gözlerindeki mutluluk vardı.
ve bendeki sevinç vardı.

küçük bir çocuğun yanaklarını kocamanlaştıran gülümseyişler ve huzurlar vardı.kocaman bir dede sevgisi vardı.

bir süre evveldi,ne kadar oldu hatırlayamıyorum.belki de hatırlamak istemiyorum.bilemicem.


biraz büyümüştüm işte.ancak bunu biliyorum.

o evin az yakınlarına bırakıp gelmiştik dedemi.ancak başka dünyalarda görebilecektik onu artık.biz böyle olsun istemedik ki.dünyanın kuralı böyleymiş.
daha sonraları;

biriki sene içinde benim gibi olan sevimli bir yaşıtıma rastladım.konuşurken söyledi.''dedem,onu geçen yaz kaybettik'' deyiverdi hüznünün eşliğinde.

hayır ağlamadım.çünkü dedem güçlü biriydi.

ama sevgi dolu ve merhametliydi.insanlara hiç kıyamazdı.

arkadaşımdan duyduğum bu söze dayanamadım.içim titredi.ona duygu dolu gözlerle baktım öylece.sonra kolundan tutup ona destek verdim.ona ayrı bir yakınlık,kocaman bir sevgi duydum.o artık benim küçüklüğümdü ve bergamutlar saçıyordu.
yeniden bergamutlu çay içmeye işte o sıralar başlamıştım.

tüm bunlar olurken ben,resimler yapardım;dedem elimden tutmuş olurdu her zamanki gibi,öylece yürürdük resimde...

kimbilir nerelere giderdik...

yolda yürürken gördüğüm tüm dedelere merhametim ve sevgim de kat kat artarken;dedemi çok seviyorum.


sanıyorum hala dedemi çok özlüyorum.


yarın 17 yaşımı terkedicektim belki ama,ben halen 7 yaşımda kalıp,dedemin yanıbaşında oturup,ona sevgiler beslemeye devam edicektim...

Denizli,ekim,2009












Çarşamba, Ekim 07, 2009

demokrasiye giderken...

hep böyle başlanır ya;Nasrettin Hoca'ya sormuşlar:



-hocam,bu dünyada neden herkes farklı farklı yönlere gider,herkes neden kendi başını alıp istediği tarafa yönelir?



bizim hocanın cevabıysa her zamanki gibi gayet mantıklıymış;



-herkes aynı yöne gitse dünya devrilirdi,demiş.




belli ki bizim hocanın cevabı;farklı düşüncelerin var olma nedeninin ve dünyadaki birlikteliklerinin doğuracağı olumlu sonuçlarının ispatıydı.



bu çeşitliliğin çoğulluğunu en iyi biz Türkler anlardık.öyle ki bizler,600 yıl Osmanlı Devleti himayesindeki birçok etnik kökenle kardeşçe yaşayabilmiş bir millettik.


düşüncelere,inançlara ,özgürlüklere,farklılıklara hoşgörüyle bakan demokratik bir millet...




Salı, Ekim 06, 2009

6 Ekim'de bir bayram...


06.10.09 Salı,güneşin aydınlığında,boğazın serinliğinde,neşeli bulutların uçuk mavi arka fonda beyazlığını gösterdiği güzel İstanbul'da bir güzel ekim sabahı,
bugün bayram;

29 Mayıs 1453′te Fatih Sultan Mehmed Ordusunun fethederek müslüman topraklarına kattığı istanbulu 13 kasım 1918 de tekrar kendi topraklarına almak isteyen avrupalılara karşı verilen büyük mücadele ile Büyük türk milleti buna izin vememiştir.Nitekim 6 ekim 1923 tarihinde avrupalı devlerler Türk bayragını selamlayarak istanbuldan ayrılmışlardır.

Tarih sahnesinde var olduğundan beri bağımsız yaşamış Türk Milleti, 1. Dünya Savaşı’nda müttefikleri yenilgiyi kabul edip savaştan çekilince yenilmiş sayıldı… İtilaf Devletleri donanmaları 30 Ekim 1918′de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’na dayanarak 13 Kasım 1918′de Haydarpaşa önlerine demirleyip İstanbul’a girdiler. Fiilen gerçekleşmiş olan işgal, 16 Mart 1920 günü resmi işgale dönüştü.

Kurtuluş Savaşı’nın zaferle bitmesinden sonra Refet (Bele) Beğ komutasındaki bir Türk birliği İstanbul’a girdiyse de, işgali resmi olarak kaldıramadı.

18 Eylül 1923′de Batı Anadolu tamamen düşmanlardan temizlendi. Mudanya Ateşkes Antlaşması’yla İstanbul, Boğazlar Bölgesi ve Doğu Trakya kurtarıldı.

İmzalanan Lozan Barış Antlaşması gereğince de düşman askerleri altı hafta sonra İstanbul’dan ayrılacaklardı. 4 Ekim 1923 günü düzenlenen bir törenle Türk Bayrağı’nı selamlayarak şehirden ayrıldılar.

5 Ekim 1923′te şehrin Anadolu yakasına gelen Türk Ordusu, 6 Ekim 1923 günü coşkun bir bayram havası içinde, sevinç gözyaşları arasında ve çiçek yağmuru altında İstanbul’a girdi. Böylece 5 yıl kan ağlayan güzel İstanbul kurtulmuş oldu.

Salı, Eylül 29, 2009

herşeyin bir sonu var ama;sonu yok ki düştüğüm yerin...


"Tarih tekerrür diye tarif ediyorlar, hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi." der bayrağına aşık milli marşımızın mimarı,zamanının tarihiyle koyun koyuna yaşamış Mehmed Akif Ersoy.düşünürüm bu söz üzerine.yüzeysel düşünürüm bu kez belki ama çok derinimizi etkiler bu büyük sorun.hiç ibret alınsaydı...ibret almak için bilmek gerekti.tarihi anlamak için öğrenmek gerekti.bir insan tarihiyle yaşardı,tarihiyle varolurdu.ya şanlı tarihimizi (karanlık,bizlere hiç öğretmek istenmeyen,ibret almamız istenmeyen tarihimizi bu günlük pas geçeceğim)bilmeyen bizler nasıl yaşardık?merak ederim,geçmişimizi bilmeden nasıl verimli,şanlı tarihler yazardık?

henüz 26 eylül tarihli bir günde,1912 yıldız sarayı doğumlu,sarayda doğmuş son osmanlı torunu Devletli Necabetli Osman Ertuğrul Efendi Hazretleri 'ni Çemberitaş'da dedelerinin yanına defnetmiştik.sosyal paylaşım sitelerinde hertürlü bilgiyi paylaşmakta sınır tanımayan bizlere dönüp şunu sordum;biliyor musunuz,Osman Ertuğrul Efendi vefat etmiş?sorarken şunu söyledim kendime;"tarihten bir sayfa açıp sorucak olsan aman be sen de yine mi cevabını yahut absürd bir cevap alıcağımı bildiğimden ve bu duruma alışmış olduğumdan(maalesef) gündemde olan bu olayı sor ki iyi bir cevap alıp azcık mutlu olabilesin.ne yazık ki yine amaçlarıma ulaşamadım.aldığım cevapları söylemicem.üzülmenizi istemiyorum.lakin duyduğumda oturup hüngür hüngür ağlamak istedim.kimlerin torunlarıydık,onlara layık mıydık?kimin sayesinde burlardaydık,kimlerin?hangi büyüğümüzün arkasındaydık?biz yalnız Osman Efendiyi değil tarih kokan,çehresinde tarih barındıran hiçkimseyi bilmiyorduk ki.

madem ki bir vefattan ve aldığım sorumsuz cevaplardan bahsettim,aman bilmeyen duymayan vardır (o kadar haber kanalları tarihçilerle tarih programlarında Osmanoğulları ailesini dahi konup edip,tarihe tekrar dönüp baktılar ama neyse)ben birkaç bilgi vereyim;

Osmanlı ailesinin son reisi18 Ağustos 1912’de İstanbul’da doğan Ertuğrul Osman Osmanoğlu, 1994’ten bu yana Osmanoğulları ailesinin en kıdemlı üyesi ve reisi. Yıldız Sarayı’nda doğmuş ve II. Abdülhamit’in torunu ve Şehzade Mehmet Burhanettin’in oğludur. 1924’te Viyana’da tahsilini sürdürürken, hilafetin kaldırılmasının ardından Osmanlı hanedanının bütün fertleri Türkiye’den sürgün edilmişti. Ertuğrul Osman’ın yaşamı, Osmanlı hanedanı ile benzer bir akıbeti paylaşan Afgan Kraliyet ailesinden Prens Abdulfettah Tarzi’nin kızı Zeynep Tarzi ile 1991 yılında kesişir ve Zeynep Tarzi ile 1991 yılından bu yana evlidir. Çift Manhattan’da yaşıyordu.

Tarihçi Porf. Dr. İlber Ortaylı şöyle der Osman Efendi için;

"Çok mütevazı bir beyefendiydi. Tam anlamıyla bir Osmanlı'ydı. Birkaç dili çok iyi konuşuyordu ve bunun yanında çok temiz bir İstanbul Türkçesi vardı. Fransa ve Avusturya'da okuduğu için oraların dillerini de biliyordu.İkinci Mahmut Türbesi'ne gömülüyor olması da güzel bir jest oldu."

ve;

topkapı sarayına beşyüz metre mesafede öz dedelerinin yanıbaşlarına defnedilen Osman Ertuğrul Efendi'nin röportajından bölümler sunmak niyetindeyim:


"Türkiye’de beni en çok etkileyen, sokağa çıktığımda Türkçe kelimeler duymaktı"diye başlar.İstanbul’u çok sevdiğini anlatan Osmanoğlu, Türkiye’ye gelene kadar herkesin sokakta Türkçe konuştuğu herhangi bir yerde bulunmamış. Türkiye’de birdenbire bu durumla karşılaşınca de epeyce şaşırmış.

Pasaportla ilgili bir hatırasını şöyle aktarıyor: “Pariste’ydim. Osmanlı pasaportum vardı fakat kaybolup gitmişti. Osmanlı da yıkılmıştı. Yurtdışına çıkacaktım; Fransa pasaportumun süresi de bitmişti. Kanada’ya babamın yanına gitmem gerekiyordu. Şanzelize’de sürekli gittiğim bir kafeteryada Arnavutluk sefiri sıkıntılı olduğumu görerek sebebini sordu. Derdimi anlattım. Sefir, ‘Dert etme, yarın gel kralı ararız, bir çaresine bakarız.’ dedi. Ertesi gün gerçekten işim halledildi; fakat hemen ardından, pasaportum hazırlanırken, kral tekrardan sefiri aradı. Korktum! İşim olmayacak diye düşündüm. Fakat kral ‘İşini halledin ve kesinlikle para almayın.’ demek için tekrar aramıştı. Arnavut kralının kız kardeşi amcamla evliydi. Fakat hiçbir zaman birbirimizi tanımadık.”

Türkiye’nin çok hoşuna gittiğini anlatan Ertuğrul Osman Osmanoğlu, Dolmabahçe Sarayı’nı unutamıyor. Sarayda sadece bir odayı hatırlayan Osmanoğlu, II. Abdülhamit’le yüz yüze gelen hayattaki belki de tek insan.İstanbul’u çok sevdiğini her fırsatta ifade eden Ertuğrul Osman Osmanoğlu’nun memleket özlemi her halinden belliydi. Anlattığı olayları tarihleriyle birlikte günü gününe anlatması ise dikkate değerdi."(frmera.com)

bu röportajda bir bölüm daha var bakın sayfa başındaki feryatlarımı destekler niteliktedir;

"Ertuğrul Osman Osmanoğlu, gençlerin tarihlerini öğrenmesi gerektiğini belirtiyor. Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın davetlisi olarak geçtiğimiz yıllarda Topkapı Sarayı’nı gezerken kendileriyle mülakat yapan bir gazetecinin; ‘Çocukluğunuz ve gençliğiniz Topkapı Sarayı’nda geçti. Nasıldı?’ şeklinde bir sorusuna muhatap olduğunu hatırlatarak, gençlerin tarihten kopmaması gerektiğini söylüyor."

kendimizi;Sultanahmet Camiinin bahçesinde cenaze namazında Osmanoğullarına hakkımızı helal ederken bulduğumda;acaba gelmiş geçmiş bütün Osmanoğulları bu cehaletimize,bu sahip çıkmayışımıza,tarihsiz varoluşumuza,ibret almayışımıza haklarını helal edicekler miydi? dedim.

ben de bu düşüncelerde kaybolurken,üzgünüm ama umutsulukla,arkadaşlarımın daha lise kitaplarındaki tarihine burun kıvırmalarına,ne işimize yarar ki büyüyünce demelerine vakıf olarak işte bu başlığı attım;

herşeyin bir sonu var ama;sonu yok ki düştüğüm yerin...

Cumartesi, Eylül 12, 2009

darbeye sadece 12 eylülde değil,her gün karşıyız!12 Eylül cuntası;


12 Eylül Darbesi veya 1980 İhtilali, Türkiye'de, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin 12 Eylül 1980 günü emir komuta zinciri içinde gerçekleştirdiği askeri müdahale. 27 Mayıs 1960 darbesi ve 12 Mart 1971 muhtırasının ardından Türkiye Cumhuriyeti tarihinde silahlı kuvvetlerin yönetime üçüncü açık müdahalesi.[1] Bu müdahale ile 6. Demirel hükümeti ve Türkiye Büyük Millet Meclisi feshedildi, sendika ve derneklerin faaliyetleri durduruldu ve genel sıkıyönetim ilan edildi. 1970 sonrasında değiştirilen 1961 Anayasası tamamen rafa kaldırıldı ve Türkiye siyasetinin yeniden tasarlandığı bir askeri dönem başladı. Bu dönem yaklaşık dokuz yıl sürdü.12 Eylül 1980 ardından partiler lağvedildi, parti liderleri önce askeri üslerde gözetim altında tutuldu, ardından yargılandı. Bu durum, siyasi partilerin sürekliliği konusunda tarihsel sorunlar yaşayan Türkiye'de siyasi temsilin demokratikleşmesi önünde yeni bir engel oluşturdu, siyasi gelenekler geçici de olsa alt-üst edildi.


12 Eylül 1980 sabahı ile birlikte neler oldu?

* 650 bin kişi gözaltına alındı.* 1 milyon 683 bin kişi fişlendi.

* Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.

* 7 bin kişi için idam cezası istendi.

* 517 kişiye idam cezası verildi.

* Haklarında idam cezası verilenlerden 50'si asıldı (18 sol görüşlü, 8 sağ görüşlü, 23 adli suçlu, 1'i Asala militanı).

* İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis'e gönderildi.

* 71 bin kişi TCK'nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı.

* 98 bin 404 kişi ''örgüt üyesi olmak'' suçundan yargılandı.

* 388 bin kişiye pasaport verilmedi.

* 30 bin kişi ''sakıncalı'' olduğu için işten atıldı.

* 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı.

* 30 bin kişi ''siyasi mülteci'' olarak yurtdışına gitti.

* 300 kişi şüpheli bir şekilde öldü.* 171 kişinin ''işkenceden öldüğü'' belgelendi.

* 937 film ''sakıncalı'' bulunduğu için yasaklandı.

* 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu.

* 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hekimin işine son verildi.

* 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.

* 39 ton gazete ve dergi yakıldı.* Cezaevlerinde toplam 299 kişi hayatını yitirdi.

* 144 kişi şüpheli bir şekilde öldü.

* 14 kişi açlık grevinde öldü.

* 16 kişi ''kaçarken'' vuruldu.* 95 kişi ''çatışmada'' öldü.

* 73 kişiye ''tabii ölüm raporu'' verildi.

* 43 kişinin ''intihar ettiği'' bildirildi.

...ETKİLERİ HALA SÜRMEKTEDİR...
wikipediadan yararlanılmıştır...