Cuma, Kasım 12, 2010

everybody lies...


şu yoğun günlerimde aksi,ukala,bencil,kendini beğenmiş,isyankar,bilmiş ama fazla zeki gregciğimi ve mükemmel dostu wilsonu ve de ekip arkadaşlarını izlemeyi unutmamalıyım.hayatı renklendirir...

"House md"

" " " " " " " " aynılık " " " " " " " " "

düşünüyorum da şu global dünyada hepimiz aynı şeyleri yiyor,aynı şeyleri giyiyor,aynı yerlere seyahat ediyor ve de artık aynı dilde konuşuyoruz.peki farklılıklar nerde?çeşitliliğin getirdiği güzellikler nerede?hepimiz aynı insan olacaksak eğer,yaşamanın anlamı nerde?

yine isyan ettim...


Cuma, Kasım 05, 2010

"All that we needed " albümünden...


şimdik de "hey there Delilah" dinliyorum.Sabah akşam demeden.Bu şarkı Amerikanın hitlerinden senelerce inmemiş,Plain White T's isimli punk rock grubun en etkileyci şarkılarındn biri.bir de Tom Higgenson'un akustik gitarından ve de sade sesinden dinlemek en eğlencelisi ve de en güzeli.o Amerikan alt rock'ının en iyilerinde ve de duygusallığında.etkilenmeyen yokmuş, en azından ben öyle duydum.

Tabii Led Zeppelin'in "She's buying stairway to heaven" ını da unutmuşum değil hani.o hala parmaklarımın ucunda bulunmaktan vazgeçmeyen hayali gitarımın tınısında.

gerçi Tom çalarken ben de çalmadım değil.napalım kayıtsız kalmak mümkin değil.harikulade çalıyordu.

linksiz olmaz;

http://www.youtube.com/watch?v=jF5lYn3QrKw

Çarşamba, Kasım 03, 2010


Tanzanya zanzibar adası iyi fikirmiş,yok mudur orda üniversite,hemen oraya transfer olsam:)çoook sıcak ülke gerek bana şu soğuk kasım günlerinde...:)

Perşembe, Eylül 16, 2010

PALMİRA:Çölün Gelini...


Neden böyle demişler'i evet,ben de çok düşünmüştüm.

Ntv'de var ya hani,"zaman yolcusu" yani Ahmet Yeşiltepe,işte ben ilk olarak onun anlatımını dilerken çok düşünmüştüm.O esnada hayran olmuştum.Fakat endişelenmemiştim,zira 1 hafta sonrası ben de zaman ve Suriye yolcusu olcaktım.

Gerçi ben hep zaman yolcusuydum ya bugünde olmayan,neyse.

Vardık o ana.

Kocaman bir çöl,giderken Bağdat kafeye rastlıyoruz,öylesine tanıdık bir çöl.

"Maksat Bağdat,Babil'in kulesi" bile dedim,ama çok netti çocukluk hayalim Babil'in asma bahçelerine uzaktan bakabileceğimiz.Malum bitmeyen savaşlar var dünyada.

Peki ya bundan yüzyıllar önce ne vardı tam burada dünyada?Palmiyelerin yanı başında?

O gördüğüm sıra sıra sütunların yerinde nasıl bir şehir vardı,ne vardı şehrin aslında?

Romalılar tam o içinde zeytinlik olan tapınakta,bizim gibi mi düşünürlerdi acaba?

Peki ben tahmin eder miydim koca çölün ortasında böylesine güzel bir kentin bulunabileceğini?

Fotoğraf makinemin kadrajı bile alamadı aynasına onca sütunu.Bense taşlara dokunup,yüzyıllar evvelini hayal etmekten,büyülenmekten onu kullanmayı 1 saat sonra aklıma getirebildim.Sütunların arasından öylece yürüdük metrelerce.Rüya gibi.

1 saat sonra otelin bahçesindeki bizimkilerden kaçıp ,kalıntıların etrafındaki taşlara oturdum ve uzun bir süre önümdekileri seyrettim.tepede bir kale altta,çöle ilerleyen uzunca bir sıra sütun,yanda tiyatro ve de tapınak.her gördüğüm roma kenti gibi.Çölün sarısına inat palmiye yeşiliyse bugünkü Palmira kentinde.O günkü Palmiraysa bugünkünü son derece küçümser bir edada.

Gün batımı gelince,gelin de geldi tabii sonra.o sarı taş sütunlar,güneşin ışıklarıyla pembeleşip,süzüldüler çölde.Narin bir tavır takınarak...

Hani bazen geçmişe birkaç saatliğine gidip gelmek isteriz ya,hani çok eski vakitlere.İşte burda o gerçek oluyor ve de zaman makinesini keşfettim diye düşünüyorsunuz.



Şark'ın güzelliği,o benim coğrafyamdaki güzellik tüm dünyayı kendine hayran bırakıyor,anlıyorsunuz.Anadolu ve onun bileşenleri niteliğindeki bu yerlerin kıymetini tekrar tekrar algılıyorsunuz.Herşeyden evvel Şam'ın(Damascus) namı ve içeriğinin zenginliği,Hama'nın değirmenleri,Homs'un ruhu Palmira'yla mükemmel bir tarih rehberi oluyor...

İnsan kendi kültürünün izlerini,bu izlerin etkisiyle oluşmuş sıcaklığı görünce bu ülkede,haliyle gelinine de tutkuyla bağlanabiliyor...

Havalimanına sahip bir gelin olduğu için de ,sadece buraya zaman ayırıp günlerce o sütunlara dokunup,daha önce buralarda neler olduğunu düşünme zevkini yaşamayı tekrar tekrar düşündürüyor...


Bana buralar ilk sorulduğunda ise benden çıkacak cümle şudur;

"bu kent harikulade bir kent....bugünkü yaşamın ve dünyanın aksine;büyüleyici..."





Cuma, Haziran 04, 2010

bu nasıl bir dünya böyle!


Pazartesi sabahı,uykudan uyanıp koşarak salona gidip,durmadan çalan telefona cevap verdiğimde annemin "gemilere israilliler saldırmış" cümlesi, kulaklarımda birkaç dakika yankılandı.o an dünyanın aslında düşündüğüm kadar da güzel olmadığına karar vermem çok zor olmadı.ve ben o günden bugüne hayatımda başka bir engel bulunmamasına rağmen baş ağrısı çekiyorum.


günlerdir ben de tüm dünya gibi,beklediğimiz,ancak bu kadarını tahmin bile edemediğimiz o vahşi engelin detaylarını dinlemekteyim.iyi bir politikayla ve kışkırtılmaya gelinmeyerek dünyanın önüne bu vahşetin derecesinin sunulmasıyla İsrail,Obama veBerlusconi gibilerinin dışındaki insanlar tarafından kınandı.dışişleri diplomasiyi artırarak birçok toplantıya ve İsrail'e uyarıya imza attı.Türkiye halkıyla ve diplomasisiyle sesini yükseltti ve büyüdü.barış için tüm dünyanın haysiyeti oldu.ve tüm dünyanın takdirini aldı.isveç,yunanistan,ispanya bizimle beraber elçilerini çekti.


nitekim uluslararası sularda sivillerin insansız uçaklarla,askerlerle saldırılması kabul edilebilir bir durum değil.aksine sokaklara dökülüp,o insanların haklarının sonuna kadar,avaz avaz savunulması gereken bir durum.komşusu açken tok yatamayan,birçok ülke ve dinden, ablukayı delmek isteyen aktivistler,herşeyi göze alarak,bir dava uğruna yola çıkmış idealistlerdir.


o pazartesi bütün haber kanalları ekstra yayın yaptılar.ve ogünden beri de tüm yayınlarını olaması gerektiği üzre bu sıcak gündem üzerine yaptılar.Fatih Altaylıdan,Özge Özsağmana,Cüneyt özdemirden Balçiçek Pamire,Mirgün Cabasla Hakkı Devrimden Can Dündara herkesin programını gece geç saatlere dek tek tek dinlemeye devam ettim.hatta yaralıların Etimesguta indikleri akşam canlı yayın saatleri 3 den 5 e çıkmak durumunda kaldı.herkesin bir yorumu vardı.çoğu,tüm Türkiye gibi öfkeliydi,kızgındı,üzgündü.Türk medyasında cüneyt özdemir gibi medyacılar çok güzel ve büyük tepkiler verdiler İsraillilere.ingiliz bir talkshowcunun da bizimkilerden geri kalır bir yanı yoktu hani.


fakat olaydan 2 gün sonra medyadaki gündem yavaşça başka başka ve saçma saçma yönlere çekilmeye başlandı.bu sırada da israil,kendi yaptıkları vahşeti,komik delillerle meşrulaştırmaya çalışmaya devam ediyordu.


elimize geçen videoları izleyerek vicdanımız sızlayan bizler,bunu bırakıp insani yardımın islamiliğini tartışmaya başladık.en güzel yorum Abdurrahman Dilipaktan geldi;"bakın,her dinden ve her ülkeden insanlar var.hem siz gelmek istediniz de biz mi engelledik,gelseyediniz kimse size dur demezdi"bu durum "haklısınız" cevabıyla kapanır gibi oldu.yıllardır dibimizdeki savaşlara(bosna,çeçenistan,filistin) kulak tıkayan bizler,neredeyse,birazımız bir yüreklilik kervanına gönül koydu diye onları suçlu bile ilan edicek vaziyete gelecekdik .zira aramızdan ilancılar da çıkmadı değil.


kim olduklarından evvel,bu haksızlığa ve zalimliğe ,gazzede insanları öldürenlere öfkeli bu halkı küçümsediklerini belirtmeli.fildişi kulelerinden bakan her kesimden rastlayabilceğimiz bu insanlar,dünya barışından yana olan bu insanları,kendilerine ait sahte zeytin dallarıyla bir köşeye ittirdiler.neymiş,banalmış.neymiş,gitmeselermiş.bir de Hitleri birden sevivermişler,vahşilermiş,faşistlermiş.bir kere nerde gördün Osmanoğulları Türklerin vahşi ve barbar olduklarını?savaşlarda bebeklerimiz başka milletlerce öldürüllüp,bacılarımız tecavüz edilip,sonra da evlerinde ateşe verilirken,bizler sadece savaşan askerlerle çatışmışızdır.aç bak tarih kitaplarına!İstanbulun fethinde hiçbir yabancıyı dışlamamış,aksine hoşgörüyle bağrımıza basmışızdır.İspanyadan kaçan Musevileri sahiplenen de benim atalarımdır.şimdi bize geri dönüp tekmeyi atan israillilere öfkeli bu millet.sadece biz de değil,tüm dünya öfkeli.gitmeseler miymiş?sen güzel güzel yaşa.kimse sana dokunmayacak.herkes ölsün sen yaşa e mi?sıkılmışmışlarmış.Allah Allah.


şimdi bunlar kim say say bitmez elbet.dedim ya her yerden çıkabilir bu insanlar.ama biri var ki...


daha birkaç hafta evvel şaşırmıştı zaten bizi.Baykal skandalında ilk açıklamada "pensilvanyayla alakası yok" denilmişti.sonra da bir yakını röportaj verip,Baykalı karizmatik bir lider olarak tanımladıklarını açıklamıştı.bizse onları birbirlerine karşıt bilmekteydik.sonra olimpiyatçılarını-belki barışa desteklerdir diye çıkarmışlardır diye düşünsem de beni şüpheye çekmiştir- m.ali birandla sarkı söylerken,az sonra kanalı değiştirdiğimizdeyse cüneyt özdemirle konuşurken bulmuştuk.D&R da da Fetullah Gülenin kitaplarına rastlamış ve Aydın Doğanla olan ilişkisine şaşırmıştık.dindar biri olarak da şunu diyebilirim ki,dini de kendi kafasına göre yorumlayan bu adamlar,cuma günü oraya çıkarak "İsrailden izin alınmalıydı" demiş,İHH ya da apaçık"hakettiniz" demişlerdir.bilirsiniz,zaten İsrail de izin vere vere helak olmuştur,ambargo da o sebeptendir ya!!


benim kültürümde eğer o gün şehit varsa vatanda ,tüm eğlenceler iptal edilir diye bir bölüm vardır.pazartesi günü herkes gibi ben de acılara sahiptim.iskenderundaki şehitlerimiz ve İHH gemilerinin saldırıya uğraması en büyük acılarımdı.ogün gitar kursumu iptal ettim.bir de gitar tıngıtatamazdım ya!olayların seyri peşinde üzüldüm,yoruldum,destekledim gönüllüleri.biz Türklerin ve Türkiyenin büyümesine,sesinin çıkmasına sonuna kadar destek oldum.biz barışa destekçilerdik.eş zamanlı olarak ülkede birçok etkinlik de ertelendi.Altın Koza gibi.ancak ertesi gün birileri Türkçe olimpiyatlarında tüm"gönüllüleri" de salona doldurarak pekçok ülkeden gelen çocuklara şarkılar türküler söyletti ve eğlendi.o gönüllüler de fotoğraf makinalarıyla ne derece eğlendiklerini bizlere aktarmış oldular.yüzlerindeki sırıtmayı görmeye o günkü yürekler dayanmazdı.düşünsenize insanlar vahşi İsrail askerlerinin elinde sürekli sorguya ve dipçiklere mağruz kalmakta,aynı esnada ülkesindeki bir kesim de eğlencede.o eğlenenlerin,yakasında siyah kurdele vardı belki ama akıllarında zevk ve sefadan başka hiçbir dert yoktu.sözde barışın adı da tam olarak buydu işte.bende zerre kadar kalmış iyi düşünceleri de böylelikle yok etmiş oldular.kim kimin maşası,kim ne düşüncede herşey bu olayla ortaya dökülmüştü.dışarıdan bakıp züppe diyecelekleri o saçı uzun kulağı küpeli üniversiteli gençler sokak sokak cadde cadde avaz avaz dünyaya barışı haykırırken,onlar el çırpma derdindeydi.gördük!


geriye dönenler,ülkesindeki desteğe bir yandan sevinirken,bir yandan da İsraildeki Mossad sorgunun benzerini ülke medyasında da geçirmekten dolayı üzülmüşlerdir.


gazzeye barış götürmekde kararlı olan bu insanlar,filistine dibindeki mısır dahi kötü davranırken,onlar cesur davrandılar.


fakat tekrar aynı teşebbüs bugünlerde dile getirildiğinde başbakan izin vermedi.haklıydı,zira İsraillilerin ne derece vahşi olduklarını bu derece bilmiyorduk,bize bunları yapacak cesareti olduklarını bilmiyorduk.bir ses olurduk diye düşündük.bundan sonrası insanları bile bile öldürmek olur.ama bu davanın devamı nasıl olmalı bilmemem.ama şunu biliyorum ki ambargo kalkmalı.hangi çağda yaşıyoruz?başka ülkelerden gemiler yine de hareket etmekte. bu yazıyı yazdığım sıralarda o gemiden de bir haber alınamadığını öğrendim.


ülkedeki haksızlıkları engelleselermiş diyenler de var.yazık!Haitiden filistine yardım için koşan her bir ülkeden grup bunlar.zaten ülkedeki haksızlıkları engellemeye çalışan bir dolu insan var.onlardan da var.ama kimi meslekten ihrac edilir,kimi dinlenmez,kimi sürülür.hizmet et ödülü budur.ülkedeki adalet heykelinin gözü de açıktır.taraflıdır.iktidar muhalefet Hsyk Anayasa mahkemesi asker çatışmasından en küçük birim çatışmasına dek sonuç AHİM de nefes alıyor.açtırmayın isterseniz ağzımı.sahi,bunu diyenler,siz ne yaptınız?


neyse...artık feryatlarıma son veriyorum.


son olarak ;


şehitlere,tüm şehitlere de Allah'tan rahmet dilemek en büyük şiarımız olduğunu belirtmek istiyorum...



Perşembe, Mayıs 20, 2010

Baharda İlber amcamla tarih konuştuk...


yıllardır tanırım onun tarihe bakışını,şu 18'ime dek irdeleye irdeleye okumuşumdur tüm notlarını...


topkapı sarayına her girişimde O'nunla karşılaşabilme ihtimalini hesaplamışımdır hep...lisedeyken tarih derslerinde de onun tarihe bakışını bir örnek niyetine yanıbaşıma oturtmuşumdur...


bi kitap fuarınaydı hayalim,ona da domuz gribi rast gelmiş,anne telaşesinden izin kopartamamıştım...


nasip bu mayıs ayınaymış oysa...


bugün,benden 4 yaş küçük erkek kardeşimi de yanıma alarak,dersimin de ertelenmiş olmasanın rahatlığıyla ve isabetiyle tünelin yolunu tutum.tünelin yolunu tutarken içimdeki tarih heyecanının arka fonuna haftada iki kez talepsiz dinlediğim sokak müzisyenlerinin şehre,caddelere,yürüyen insanların telaşesine karışan müziklerini ekledim,severek,isteyerek.


beş on dakikaya vardım koca bir kış bir türlü gelemediğim o kültür merkezine...


Zafer Tarık Tunaya Kültür merkezi,eski evlendirme dairesinin restore edilmiş hali.Şahkulu Bostan Sokakta faaliyetlerine tüm hızıyla devam ediyor.ve bu faaliyetlerinden en önemlisi yılda 4-5 kez İlber Ortaylıyı misafir etmesi.



ve ben bu misafirliğin sonuncusunu yakalamayı başarabilmiş biriyim.



söyleşi saatinden biraz daha evvel bir vakitte merkezdeydik kardeşimle.bu sebepten etrafımı bol bol gözlemleme imkanı buldum.gelenler,çoğunlukla gençti.hemen sevinmeyin derim çünkü gelenler tarih bölümü öğrencileriydi.tezlerine veri toplamak için gelmişler.yoksa diğerleri nerdeeen gelicekler.hak yemeyeyim biriki kişi vardı öyle meraktan gelen.ve uzun saçlı,siyah çerçeveli gözlükleri olan,entel giyimli,sırt çantalı yaşlı amcalar da vardı.


hepimiz toplandık.40 kişi kadardık.




ve nihayet İlber Ortaylı da o yavaş yürüyüşüyle geldi oturdu mikrofonunun başına.elinde kalın bir kitap,sordu en son neler yapmıştık diye.zira o da farkındaydı kendisini dinlemeye gelenlerin çoğunun tarih tezleriyle uğraştıklarının.buna bağlı olarak da teze şunu bunu yazmayın diye de tavsiyeler sıkıştırıyordu aralara.




konumuz 19.yy da Osmanlı Devleti.her zamanki sempatikliğiyle anlatmaya başladı.bilirsiniz tarih konuşmaya başladınız mı daldan dala atlarsınız.eli mecbur.

biz de öyle yaptık.


mesela;


hatıratların doğruluğundan bahsetti önce.insanlar hatıratların,ileride tarihe ışık tutacaklarını bilirlermiş.zira hatıratlar bir dönemi anlamanın en güzel yöntemidir.fakat bunu bildikleri için aralarından ileride,dönemi kendi istedikleri gibi göstermeye çalışıp,bilerek yanlış yorum ve bilgileri yazanlar da çıkmış.ikinci meşrutiyettekilerin,yeniçerilerin ve ittihat ve terakkicilerin bazıları bu grubun içerisinde yer alıyormuş.Ahmet İhsan'dan bahsediyor.mektubatlardan yola çıkarak...




sizi gözleriyle takip ederek ve de güzel bir bağlantı sağlayarak,yabancılatmadan anlatmaya devam ediyor;


çok kültürlülük konusundaki tavsiyesi de Yusuf Hikmet.


bir diğer konu histiyografik kirlenme.bundan yakınıyor.tabii bir de kolonizasyondan yani sömürgeleştirmeden.



konu ikinci Abdülhamit'e geliyor.o dönemin mantalitesinden bahsediyor.o vakitlerde sarayın balkonunda geçen muhabbetleri anlatıyor bize.



sonra mahalli tarihe gidiyor sözcükleri.zaten yerinde bile duramıyor bunları anlatırken.



anlatıcaklarım bitmez .en iyisi mi bir ara siz de yakalayın sohbetlerini.bırakılmaz hal aldırabilir.vakitiniz yoksa ya da uzaktaysanız röportaj-söyleşi kitaplarını yahut yazdığı kitapları okuyun derim.



ve birşeyi daha anlatmalıyım sanırım.sohbet çıkışında herkes dağıldığında bir grup biz,İlber Ortaylının etrafına toplandık ve bu yaz neler yapacağına dair sohbete koyulduk.arkadaşımız kadar samimiydi bizimle.hatta kardeşimin üzerindeki tişörte yorumlar yapıp,güldü.sonra hep beraber çıktık merkezden.sonra ben,kapının önündeki bir grup gencin konuşmalarına şahit oldum.ellerindeki sigarayı tüttürürken garip yorumlarını dumanlara karıştırıyorlarıd.bir tanesi ağzındaki kelimeleri gererek ve de r leri bastırarak "adamın da hitabeti yok ki canım" gibilerinden yorumlar yapıyordu.nasıl ya?bir kere gayet samimi bir üslubla o engin bilgileri ta kendisinden aldığına sevineceğine absürd yorumlar yapıyor.işte gençlerimizin tarihe bakış açısı.kim bilir ne kadar sıkılmıştır,tüh!



kardeşim bile her ne kadar yanı başımda kurdeşen dökse de ondan daha bilinçli yorumlar yaptı.zira kardeşimi böyle sohbet programlarına alıştırarak onun bilinçli ve tarihini blen biri olmasını amaçlıyorum.nitekim tarihini bilmeyen geleceğini doğru olarak çizemez.atalarını,özünü unutan,başkalarının esaretine girmeye mahkumdur.



kardeşim,zamane gençlerinden.pek alakadar değil kim ölmüş kim yitmişlerden.belki tarihten biriki savaşı dinlemek cazip ona.gerisini öğretilmemiş ki okullarda tarih sevgisi,bilsin.bir de onun okulları özel hep.ne gibi bi özellikse bu,anlamadım.neyse ki PSBsinden,oyunundan,playstationından ayırabildiğimiz vakitlerde evde birşeyler öğretilmeye çalışılıyor.yoksa durum her genç için olduğu gibi pek bi vahim.




ben,bana göre mükemmel tarihçiler olan,bizi ısrarla osmanlı arşivlerine ve süleymaniye kütüphanelerine sürükleyen,dönem ödevi olarak bülbülderesindeki mezartaşlarını incelettiren,rehberlik ederek İstanbul'umun tarihi yapılarını gezdiren,arkeolojik olarak bir uygarlığı incelemiş olan hocalarımla büyümüştüm.aileden de aldığım merakla küçüklüğümden beri tarih kitaplarından ayrıldığımı hatırlamam.okul da tam gönlüme göreydi anlayacağınız.tamam kabul,detayı biraz da merak meselesi.ama şu vakitlerde öğrenilmesi gereken belli başlı başlıklar dahi bilinmiyor.e ben de bilinsin diye işte bugün kardeşimin kolundan sürükledim taa çamlıcadan tünele.




seferberlik mi başlatsak acaba?bilmem.çünkü ben bugün gördüklerimden sonra hem umutlu hem de sonuna kadar umutsuzum...

Çarşamba, Nisan 28, 2010

Yırtık ayakkabı satın alın bir gün,anlayın bizim çocuğu pembe dünyanızı yakıp da...


Bu aralar,seyredip yorumlar yaptığım sevgili hayat karşısında cümlelerimi çok sık not eder oldum.


"Hayat bir dikdörtgenden ve bu dikdörtgenin içinden geçenlerden ibaret değil" cümlesi de,işte bu kurduğum favori cümlelerimden biri.bunun sebebiyse,insanlarımızın,iş çıkışı yorguncana kendisini karşısına uzattığı o kutucuğun içinde gördüklerini gerçek dünya sanmaya çoktan başlamış olması.öyle ki hayat dizilerdeki stüdyo daireler,yalılar,lüks villalar değil.amma biz gerçeklere unutkan,magazinvari haberlere cin bir toplum olduğumuz için bunun bilincine varmamız da pek mümkün olmayacak diye düşünmekteyim.


gerçeklerden bu şekilde hergeçen gün uzaklarşırken insanlarımız,bir yandan da bu sanal dünyanın arkasına kapitalist sistemi alarak sağladığı bir alışveriş düzenine kaptırırken kendilerini,ben tabiri yerini beğenirse,gözyaşlarımı süzdüre süzdüre okuduğum bir habere rastladım.


haber şöyle;


Sivas'ın bir ilçesindeki öğrencilere Sivas'ı gezme ve buranın kültürünü tanıtma amaçlı bir gezi düzenlenmiş.bir müze gezilirken fotoğrafları çekilmiş bu öğrencilerin.


biri varmış aralarında,ceketi üzerine bol gelen bir çocuk varmış fotoğrafların kadrajına düşen.çiftlik işiyle ilgilenen bir dört çocuklu,dar gelirli bir ailenin çocuklarından biriymiş.


o da gitmek isteyince arkadaşları gibi bu geziye,komşusu harekete geçmiş.belde halkının yardım amaçlı verdiği bir kıyafeti vermiş zaten.şöyle üzerine bol gelen bir takım elbise,içine beyaz bir lakost yaka tişört.fakat bir ayakkabısı yokmuş geziye gidebilecek.hayırsever komşu eski bir spor ayakkabı vermiş ayağına.koşa koşa gitmiş tabii o da arkadaşları gibi gezisine.


4 tane de geziden fotoğraf var haberin linkinde.ilk ikisi arkadaşarına ait.rengarenk etekleriyle ayşeler,üzeri yazılı tişörtleri,yanlardan cepli spor pantolonlarıyla aliler var bu karelerde.


son ikisi bizim çocuğa ait.elleri dahi gözükmüyor omuzlarından düşen ceketin altında.ufacık daha ama meraklı da.şöyle tarihi mezar taşlarını inceliyor üstündekilere kafayı yormadan,kendini ötekilerle kıyaslamadan.çocuk yüreği bu,üzülüverir belki bir an.ama yürekliliği koruyacaktır onu.çünkü hiç çekinmeden söylemiştir "komuşumuzun sayesinde gelebildim" cümlesinin sözcüklerini.


ve haber biter.bense çoktan bitmişim.anneme "bir daha okumasam mı haberleri bundan sonra?" bile dedim.anlık kaçma duygusu bastırmıştı bir anda.olmaz tabii olur mu habersiz kalmak."neden ki kızım?hayırdır?ee gün geçmiyor ki gündem durulmasın,almanca derslerle beraber çekilmez olmuştur sana tabii" diye karşılık verdi annem mizahi bir tebessümle.ben de anlatıverdim olayı.sonra dedim "ama benim odamdaki dolapta bir dolu kıyafetim var bu haksızlık" realist bir cümle duydum diyaloğumun karşısında; "acı ama dünyanın düzeni hep böyle olmuştur tarih boyunca" diye...


haksızlık tabii ki.almanca derslerim taksimde,galatasaray lisesinin yanındaki alman enstitüsünde.araçtan inip yürüyeceğim mesafe fazla haliyle.yürüyorum,zaten severim de yürümeyi.etrafımı seyrediyorum hep.yolumun üstü aklınıza gelebilecek her markadan mağazalarla dolu.tarihi İstiklal,yerli turistlerin de alışveriş istilasına uğramış,tramvayıyla volta atıp duruyor bu alışveriş hapisanesinde.


ve gezmekten vakit bulduğumuz bir haftasonu bağdat caddesindeyim annemle.bir yerde kahve içiyoruz.arabamızı park ettiğimiz yere dek mağaza yol.zaten bizim amaç hem açıkhavada yürümek,hem de biriki mağazaya uğramak.kaçmak istiyorum burdan.


kapalı alışveriş merkezleriyse her yerden önüme çıkıveriyor.sergisi burda,sineması burda,tiyatrosu burda.neyse ki kültür merkezleri çok faal bu aralar.dizi karakterinin giydiği kıyafeti arayanlar da burda.hiç sevmem zaten.derhal terk ediyorum.


İstanbul'da her kaliteyi,her fiyatı bulmak kolay.haliyle bu alışveriş ve gardırop taşması manyaklığına her kesim ulaşmış durumda olduğundan dizilerle,kıyafetlerle vakit geçiren,iş,trafik psikolojisini bu yolla rahatlatan,belli kesimlerin ekmeğine yağ süren pembe dünyalı insanlar da çoğunlukta.zaten sezonu önceden sürerler vitrine.siz daha dolaplardan baharlıkları çıkarmadan vurulursunuz renklere,ama vardır zaten onlardan birçok dolabınızın köşesinde.


kriz mi var?hem de ekonomik mi?ne yalan söyliyeyim dışardaki bu hayat başka şey diyor,bunu değil.o yüzden size de inanmam biraz zor.


ve bu pembe insanlar...alişverişe tamam,sinemaya tamam,lüks yemeğe tamam,hayvanları korumaya tamam,çevreye tamam,siyasi platform yürüyüşüne tamam bunlarda.tamam,benden yana da tamam,bunlar yanlış şeyler değil elbet,dozunda olduğunda yaşanılası,yapılası şeyler.ama neden çoğunluğumuz her projemiz gibi bu haksızlığı,bu uçurumu en aza indirmek için alışveriş kadar çabalamıyor?


aynı kıyafeti bir kez daha giymeyenler utanmasın mı şimdi bizim çocuğun karşısında.


evet,belli ki selzenişim biraz farklı.insanlar belli ki zaten birşeyler yapıyorlar insanlar bu konuda ufak ufak.sahip çıkıyorlar bizim çocuğa sahip çıkan belde halkı gibi.ama bizim çocuk benim kadar,kardeşim kadar uçamıyor yine de.aramızda bir uçurum var.
hayat bu olmamalı bence.eğlenemem ki ben böyle bir portrede.nasıl huzurlu nasıl mutlu olabilirim ki o açken taa ötede.


dünya düzeni filan ilgilendirmez beni,ben gencim,hayal kurarım şu vakitler sadece ve sadece.eşit olabileceğimiz bir dünya hayal ederim ben.iki kıyafet az alayım da bizim çocuk da o takım elbise ceketi yerine en sevdiği renkten bir tişört giysin isterim.aynı spor ayakkabıyı yeşillik bir yolda koşarak eskitebilelim isterim beraberce.


ve hayal kurarım,bir gün elbet bir gün büyüyüp,iyi bir ekonomist olup,iyi bir sistem oturtup herkesin eşit olabileceği bir dünyaya erişebileceğimi düşlerim.


olmazsa bu,bir hayal daha kurarım,bizim çocuk gibilerine mavi,sarı,yeşil,beyaz tişörtler giydirip,ellerinden tutarak geleceğe taşıdığım bir dünyada yaşarım.içim ferah,gözlerim yaşsız,haberler berrak oluverir o vakit...


gülmeyin,olur ya,hayal bu,belli mi olur...






Çarşamba, Mart 31, 2010

amatör yayıncılıkta son nokta;"YEŞİLÇAM VE BASİTLİK"


Eğer bugün parmaklarım tuşlara ardı ardına hiddetle basıyorsa sebebi kitapçılarda karşılaştığım manzaradır.

Ve eğer bugün 18 senelik yaşıtım bir kitabın peşinden koşuyorsam,işte bunun sebebinde saçma kitaplar basmakta sınır tanımayan,ama mühim kitapları seneler seneler öncesinden unutmuş olan kitapevleri yatıyordur.

evet,bugünkü dert yakınma yazım kitaplar.

hiç kitaptan da şikayet edilir mi demeyin.benim gibi sonbaharda dolaplardan giyilmek için çıkarılan kışlık paltosunun cebinde unutulmuş parayı bile uça uça kitaplara yatıran biri bile bunu dediyse bilin ki tehlike büyüktür.

en son girdiğiniz kitapçıdaki manzarayı hatırlıyor musunuz?ben hatırlatayım, bir dolu kitap vardı,hani bir de "çok okunanlar" köşesi vardı.şöyle üzerinde aşk yazan fosforlu renklerde kitaplar filan falan.yakınlaştığınızda karşılaştığınız manzarayı da hatırlayın.durun ben anlatayım;

maaşallah eli tuş tutan herkes kitap yazmış; Seren Serengil'den tutun mahallenin bakkalına kadar herkes.öyle ki "gerçek kitap" lar şöyle köşelerde seyretmekteler bu garipliği.sonra git kitapçıya da kitap al kolaysa.binbir güçlükle görevlilere sorarsın da "gerçek"kitabı öyle bulursun.

sonra önüne gelenlerin kitaplarına tepki gelir,geçen günkü geri dönüşüm için attığım,bana gerekli olmayan,asla da elimde olmaması gereken kitap gibi.zaten sırf "sosyolog,toplumbilimci olmalıyım,bir de uzaktan tanıdık yazarı,bakalım çözebilecek miyim bu insanı" mantığıyla almıştım.yoksa artık amatör hiçbirşey okumuyorum.yeminliyim.neyse...

inanın o hikayeyi yazanı bulsam taşlıyacaktım.hikaye bildiğiniz yeşilçam.oğlan kanser olur,kız onları ayırmaya çalışanla evlenir.bir kızın kör olmadığı kalmıştı.Allah'tan olmadı,çünkü intiharın eşiğindeydim ve okul çıkışı otobüste,boğaz köprüsünde,trafik sıkışıklığında beklemekteydim.

sonra bir de bunun yazarı kalkar ve de utanmadan dedi ki;

"kusura bakmayın,hikayede o kadar da iyi değilmişim.bir kitap daha yazıyorum,bakalım bu tutar inşallah."

sağol.

he,bir de;ne olur yazma.Allah rızası için.özellikle de milletin ruh sağlığı için.gençleri yönlendirecekmiş.hikayende gördük,anlattığın genç ahlaki değerlerden yoksun,beş para etmezin biriydi.böyle yönlendireceksen ve böyle kurgu yapacaksan ne olur yazma.yazık,zaten kötüye gidiyoruz,debelenip,daha da batırma gemiyi.

daha vardır tabii bunun örnekleri.yahu yayınevleri nerde?uyuyorlar mı?bunları basarken düşünmüyorlar mı "ulan ne basıyoruz biz?" diye.anlamıyorum.

sadece amatör kitaplarda değil,popüler kitaplarda da bunun kadar olmasa da saçma durumlarla karşılaşıyorum.birebilmem kaç ay evvel,bilmem kaç ülkede çevrilerek satılmış ünlü bir kitap vardı;"kayıp gül"

kitabın ilk sayfasında çözdüm muhabbeti.ama olsun devam edeyim belki bir ilginçlik çıkar dedim ama dayanamadım daha fazla bu acıya.akıcı olmadığı gibi bilindik,sıradan,basit bir felsefe yapılmaya da çalışılmış.zorlamayın kızın kardeşi denilen kendisi demiştim.aynı kitabı okuyan anneme sordum,o zorlayarak zafere ulaşabilmişti;

"evet kızın kardeşi aslında kendisi"

pöfff.ne sıkıcı.sonra neden sadece tarihi ve siyasi kitapları okuyosun diye soruyorlar.e bu basit kurguları mı okuyayım.

ancak edebiyatın mihenk taşlarını,klasikleri yada gerçek yazarları zaten seve seve okurum ,onlara lafım yok.

eskiden bilgi,duygu,sanat dolup taşarmış kitaplardan.tabii şimdi de var biriki istisna.

yaşıtım bir kitabı arıyorum fellik fellik."mektuplar" adı.Goethe'nin.92'den bu yana basılmamış Türkiye'de.ancak 2.el internet sitelerinde var.sahaflar adını bile bilmiyorlar.en son kuzenim "bende almancası var" demişti.o zamanlar almancam vasattı ve "sağolasın" diye kafa sallamakla yetinmiştim.ve Türkçesinin peşinden koşmaya devam sloganıyla dolaşıp durmuştum ortalarda...

yayınevleri ve günümüz yeni çıkmakta olan kitapları bu kadar vasatken...


millet kitap okumuyor? diye bağırıp çağırıyorlar.e,okumaz tabi.okursa da öyle şaaşalı İngiliz krallığı iğrençliğini,aşk kitaplarını yahut elalemin vampirli gençkızlı kitaplarını okur.bir de önüne gelen yazarsa kitap,milletin kafası karışır.sonra gidip popüler denilen bu şaaşalı,içeriksiz,boş kitapları okur.

hiç boşa zorlamayın beyler,bu mantık bu kafada olduktan sonra,siz incelemeksizin bu kitapları bastıktan sonra kimseye kalkıp kızmanın alemi yok!

Salı, Mart 30, 2010

Ajansdaki anlayış...




her geçen gün dinlemekten son derece daha çok sıkılmaya başladığım ajansların aktardıkları ülkemizdeki siyasi vukuatları düşünürken,"acaba anlamını yanlış mı biliyorum?" diyerek sevgili arama kutucuğum google'a "anlayış" kelimesini danışıverdim.ilk tercihim büyük ses getirmeye devam eden günümüz popüler sözlükleriydi.genelde vikipedik bir insanımdır ama olsun.




gezindim sayfaları,okudum tüm yazarlarını.gerçekten de çok ilginç fikirler,tanımlamalar yapılmış bu web sayfalarında.ancak sizinle karşılığını bulduğum en güzel tanımı paylaşmak istiyorum;




"fazlası zararlı olmalı ki 'fazla anlayışlı olma' diye sürekli uyarır arkadaşlarınız..."




inanamadım,birisi oturmuş,işi gücü bırakmış,üstelik bir de yememiş içmemiş burada bizim ülkenin halet-i ruhiyesini tanımlamış diye bile düşündüm bunu okuduğumda abartarak.




çünkü anlayış konusu bizim ülkemizde anlamı dışında,ve de tam da yukarıdaki tanımın tadında öyle çok işleniyor ki,abartmam pek sakınca doğurmayacak gibi görünüyor.




özellikle de bu durum ülkemizin sahip olduğu sosyoçeşitlilikte daha fazla uygulanıyor.sanki Osmanlı torunu değilmişiz gibi davranılıyor.




bir devlet büyüğünün en ufak bir etnik kökeni ağzına alması,o etnik kökenin kışkırtılarak,özellikle yazan kalemler tarafından kışkırtılarak isyan çıkmasına sebep oluyor.öyle ki bu etnik kökenlerden insanlar iması bile yokken "bizim hayati olarak güvenliğimiz yok" bile diyebiliyor.




ben öyle noktalar görüyorum ki bu ülkede,artık şüphelerim beni medyaya,birilerinin kışkırtmasına götürüyor.çünkü kosmopolit kent diye tanımlanmış olan İstanbul'da yaşayan,binbir çeşit çevrenin içinde,binbir çeşit etnik insanlarla sosyal hayatını devam ettiren biri olarak hiçbir ayrımcılığa rastlamadığımı,aksine kardeşçe geçindiğimizi iddia ediyorum.




öyle ki bu ortamlarda tek ayrıştırıcı muhabbet şudur;




-Nerelisiniz acaba?


-şuralı,oranın da şu köyünden.ya siz?


-ben de filanca yerden.yahu sizin orlar da pek bi yeşillik doğrusu,gelmişliğim vardır.


-öyle,güzeldir memleketim.siz de pek bi acı seviyorsunuz.bizimkiler de sever.




eğer göçmense,ya da farklı din ve ırktansa büyük ölçüde saygı duyulur.bunun en büyük özetini %97'si müslüman olan Türkiye'de; şu sıralarki paskalya'yı kutlayan kişilerle,müslüman kimseler arasındaki muhteşem diyalogtan seyredebilirsiniz.




devletin başından en alt birimine kadar binlerce etnik yapıdan kişilere rastlayabileceğimiz bir ülkede,ayrımcılık diye tutturulan yerlere 'açılım' diye debelenilirken,buna da basının kulp bulmasına ne demeli çok merak ediyorum.




bizim beyinlerde hiçbir ayrım yok,ayrım birilerinin beyninde,mikrofonu elinde tutanların beyninde diye düşünüyorum.




hadi o kökene açılım yaptık,e tamam kabul ötekine de yapın amenna,yeter ki barış olsun da ben anadolunun manav denilen yerlilerinden olan,tam kan sayılan,ortaasyadan göç etmiş bir Alp'in torunu, bir Türk evladı olarak açıkta mı kalacağım?devletin godomanları beni ayağı çarıklı sayarken bana ne olucak?şimdi ben de mi açılım istemeliyim?




ben isteyemem ki.ben anadolu çocuğuyum.devletime yalvaramam,boynum bükülür.köprüm yıklmışsa kendim yaparım ben.oturup ne ağlarım ne de gururumu yerlere sererim.yetiştirdiğim yiğitlerimi de devletime gözü kapalı teslim ederim.devletime ikide bi kalkıp isyan etmem.kendi tırnaklarımla kazırım toprağı.anlayışsızlık etmem.tenim koyulaşır güneşten,yanarım,ama ezilmem,yılmam.emeklerimi de ziyan etmem.hakkım neyse onu biçerim topraktan.açgözlülük etmem.temizimdir.




işte,eğer anlayış istiyorsanız kalkın gelin,görün ibretle biz ayağı çarıklıları.biz şunu yetiştirdiklerimizle,yetiştiklerimizle pekala iiyi biliriz ki her millet hak ettiği biçimde yönetilir.sloganımız da şudur beyler;




"devlet biziz!"




Çarşamba, Mart 17, 2010

Mart'ın 18'inde ve 18'imde...


Düşün bakalım genç,hatırlarsın belki,

senin için ölmüş dedelerini,ay yıldızın üzerine yaslandığı alı...

ruhun titremiyor mu hiç,en azından bir martın bir 18'inde de mi dolmuyor gözlerin?
yazık!

halbuki O'nlar senin için kocaman bir destanı cesareti hiçbir vakit kaybetmemiş kanlarıyla yazdılar,

sense...

Mart'ın 18'inde ve 18'imde gözlerim atalarıma layık olup olamadığımın vicdan azabını çekip,ecdadım için gözyaşları dökerken,sana işte böyle nida ediyorum.

ve bir yarımadadan esip gelen rüzgar başımı okşayıp,yanaklarıma değerken İstanbul boğazında,dedelerimi yad ediyorum...

Allah,bu gökkubbeden hilali ve yıldızı esirgemesin...

Pazar, Mart 07, 2010

size Hrant'sa bana Ferhat...


bu yazıma ilham Başbakan'ın sözde soykırım için yapılan oylamada soykırıma "evet" diyenlere söylediği sözden geldi;


"sorsan Ermenistan'ın yerini bilmez."


ne kadar da doğruydu.olayları araştırmadan sırf bir tarafa yamanmak için çabalayan sığ düşünceli,tarafsızlıktan aciz insanlara söylenicek en sade ve en doğru cümleydi bence.


aslında ben bu cümlenin bir benzerini şu savcı Cihaner olaylarının olduğu günlerde kurmuştum.o sıralarda yurtdışına kaçtı denilen Şemdinli savcısı Ferhat Sarıkaya'nın Ankara'da bir hukuk bürosunda olduğu tespit edilmiş,ve ofis gazetecilerin akınına uğramıştı.


Anadolumun gariban evinin gariban bir çocuğu olan eski Savcı Ferhat Sarıkaya'nın tavrı benim onu çok çok sevmeme sebep olmuştu.2006'da küçüktüm.ama şimdi 18 yaşında biri olarak olaylara daha geniş ve daha bilgili çerçeveden bakabilen bir birey olarak ,Ferhat Sarıkaya'nın ne derece ülkesi için önemli bir insan olduğunu bir kez daha anladım.nitekim Ferhat Sarıkaya "ülkemi maddi anlamda mağdur etmemeliyim,olan Hsyk'ya olmuyor ki" düşüncesiyle mağduriyetini AHİM'e bildirmemiş,gazetecilere de başına gelenler hakkında anlamlı cümleler kurmuştu.sükunetinin mesajı derindi.AHİM konusundaysa;zaten AHİM'in cezalarına benim de aklım almıyor.adam parasını verir geçer.daha telkin edici cezaları olmalı diye düşünüyorum.


fena halde Ferhat Sarıkaya destekleyicisi olduktan sonra,"bir daha asla " afişlerine sahip olmaya başladım.



o sıralar Ocakta Hrant Dink'in ölüm yıldönümü yürüyüşlerine şahit oluyorduk.destekleyenler,feryat figan edenler Ferhat Sarıkaya'ya feryat figan edenlerden 1000 kat daha fazlaydı.tamam,birinde acı büyük,ölüm var belki ama bir diğerinde de canlı canlı bir gömü var.


Hrant Dink'i destekleyenlere sorduğumda "sorsan Ermenistan'ın yerini bile bilmeyenlerle" karşılaştım.


zaten ülkemizde eylem olsun karşıtlık olsun da ne olursa olsun diyen çok.bu karşılaştıklarım da bunu peksık diyenlerden.


aradan 30 yıl geçmiş,3 kere gerçeğini,birkaç kez de post modernini yemiş bizim millet, yeni akıllanmış da darbeye karşı eylem yapıyor.


üstelik darbe karşıtlarına,devletin darbeye sebebiyet vermeyen mağdur savcılarına da hiç sahip çıkmamış.


Hrant Dink öldürüldüğü günden beri,onu sevenler tarafından,destekleyenler tarafından hergün bu ülke gündeminin semalarında yaşatıldı.


ama biz,bizim mağdur edilmiş cesur savaşçılarımız Sarıkaya ve Kayasu'yu yalnızca konusu geçtiğinde hatırladık o semalarda.


öyleyse ben desteklenilmesi gereken,ama unutulmaya genelde yüz tutturulanların tarafında yürümeye gidiyorum.


siz Hrant'ı destekleyin bişey demiyorum,ama ben Ferhat'ı desteklemeye gidiyorum....
pekçok siteye yetişmeye çalıştığımdan yazılarımı kendi siteme eklemeyi unutmaya başladım.peki tamam,hadi burayı da unutmayayım artık:)))

Pazar, Şubat 14, 2010

gençlerin dikkatini çekmenin 18 yeni yolu*(dikkat;sivri dil)


UYARI;aşağıdaki maddeleri lütfen dikkate alın.çünkü gençler bu kalıplar içindeler unutmayın.ve bu kalıpla tüketip,itaat edip ölmeye mahkum olucaklar,insan vasfından uzak olarak.onların düşünceleri çalıntı,hayatları taklittir.düşünmeden yaşamaktır. bazı gençleri tenzih ederek bilgisiz ve bilinçsiz bir gençliğe hayır demek için buyrun kinayeli,iğneli gerçeklere;;;


*projenizi yahut öğrenilmesi gereken bilgileri öğrettirmek niyetindeyseniz, onları önceliğin facebook olması kaydıyla facebook,twitter gibi psikotrop etkisi oluşturmuş sosyal paylaşım sitelerinde sunun.eğer burada grup açacaksınız grubun adı ilgi çekici olsun ve de içinde bol miktarda eğlenceli video olsun.unutmayın,interneti sadece facebook için açıp kapatan bir dolu genç var.belki yanına online oyun ve msn eklenebilir.bu gidişle kendilerini toplumdan dışlayıp,anksiyete vb. olucaklar zaten.


*eğer bir kitapla gençlere ulaşmak istiyorsanız pembe renkli üzerinde "aşk" kelimesi basılı bir kitap yazın.(denenmiştir,iki farklı renkli baskıdan galip gelen pembe renk olmuştur.)plajlarda,toplu taşımada kitabınız gösterile gösterile taşınacaktır,garanti veriyoruz.bir de ricamız hayalgücüsüz olması.


*eğer gerçekten onlara yeni bir kavram öğretmek istiyorsanız replik yazarlarıyla konuşarak kavramınızın gençlik dizilerinde,entrika dizilerinde yahut karanlık dizilerde geçmesini sağlamalısınız.entrika için fazla sevinmeyin RTÜK icraate geçmeye başladı.bir de programlara el atsa.neyse;kavram öğretmede ciddiyim;çünkü bunu tecrübelerden dinledim.


*eğer onların yaşayış biçimini değiştirmek istiyorsanız güzel kız ve güzel adamlardan oluşan,güzel kıyafetler giyilen,okula gidilen,ebeveyne isyan eden insanlar bütünü sahibi bir dizi çekin.


*subliminal mesaj tavsiye edilmez,bilinci olmayanın bilinçaltı mı olurmuş yahu!


*eğer mizahi düşüncelerinde farklılıklar oluşturmak niyetindeyseniz;TV'de,içinde bol ahlaksız şakaların geçtiği skeç programı hazırlayın.ya da karikatür dergisinde Türk nüktesinden uzak,ahlakdışı bir tablo çiziniz.


*"tiyatroyala ilgileniyoruz,sanata düşkünüz,edebiyattır sevdiğimiz,resim yapar,müzik yaparız,olmadı dergide yazar,kitap da yazarız ,başka iş bilmeyiz,enteliz,entel yerlerde takılırız" diyen gençlere inananıp projeler yapmanızı tavsiye etmem.onları ufak kültür testlerinden geçirin en önce.çünkü bu hikayeyi o kadar çok dinledim ki.hatta bu sebepten dönem dönem yaptığım işleri bile bırakmışlığım vardır.gerçekten ilgili olduğunu sanıp kendini ordan oraya atan ve artık 30 yaşına gelip işe yaramadığını görmüş tanıdıklarım da var.çok ciddiyim.


*eğer bu gençlerden cinsiyeti bayan olanlara ulaşmak istiyorsanız;liseli bir genç kızın ulaştığı olağanüstü bir erkek tiplemesi olan Edward gibi bir karakterin bulunduğu duygusal bir kitap yazın ki ağlasınlar.sakın Dostyevskiden,Ahmet Hamdiden bahsetmeyin,bunca kitap yazılmışken onlara ne gerek var canım!!!
*doğuyu hatırlatma,batıyı gözlerine sok,anadoluyu,atayı,ananeyi ve kendi kültürlerini unuttur.işler tıkırında ilerleyecektir.


*eğer onlara müzik yoluyla ulaşmak istiyorsanız,diyecek birşeyim yok gitar ve elektro çalın yeter.sesiniz güzel olmasa da olur.


*fikir değiştirmenizin başka bir yolu da komik,anlamlı yahut güzel değil de isyankar,saçma,gereksiz tişörtler bastırıp piyasaya yaymak.


*bir düşüneyim,gençler başka ne yapar?internet sosyal paylaşımla sınırlı anladık google'a gerek yok.zaten onu gerekli kullanan da yok.


*sinema filmi çekin.ne olursa olsun farketmez,zaten seçen yok ki.ama tavsiyelerimiz var;bazıları için ahlaksız komedi lazımken,bazıları için çalıntı, 3d teknolojisi'yle yapılmış olması önemli.aman dikkat,bayanlar için sevgilisi ölmüş bir hanımın,sevgilisi tarafından bırakılmış mektupları okuyup onu anımsaması ve durma ağlaması gibi filmler önemli.oyuncuları değiştirerek aynı temayı kullansanız da hiiç farketmez.


*boşuna köşe yazısı yazmayın,haber bülten,ajans ve sitelerinde görünmeyin,görmezler.


*gazeteniz renkli magazinsel,futbol dolu ve gerçeklersiz olsun.


*haber kaynaklı ciddi kanallarda sunulan tartışma,tarih,politika yahut strateji programlarına da çıkmayın.


*cafelere,özellikle yabancı kaynaklılarına sık uğrağın,afişler asın.nasılsa sevgilileriyle orada bol vakit geçirecekler.


*ayrıca baba sözler eden,durma karşı gelen siyaset adamlarını da çok severler.bu adamların icraatleri de onları pek alakadar etmez.


eveeet,TV,PC,Cafe,pembe kitap...başka gençlerin uğraşı mı var.vardı da biz mi uğramadık demek istiyorum "kinayeyle" metin uca'nın tabiriyle "sevgili büyüğüm(?)(!)" dediğim Süleyman Demirel gibi...
unuttuklarımız için özür dileriz.bilahare onları da yazarız.sevgi ve saygılarımla...

Cuma, Şubat 12, 2010

iettci,minibüscü,taksici terörü...


iettci teröründen nispetle fazla olan taksici ve minibüscü terörüne kızıp,isyan ederken "kimse görmüyor mu yahu bunları" derken;geçen sene Beşiktaş'da meydanda,minibüscünün hızından ötürü ölüme sürüklenmiş olan üniversiteli gencin ardından bir vakayla daha karşılaştım haberlerde.


ve ben bu vakayı öğrendiğimden beri baş ağrıma hakim olamıyorum.


vakayı duymuşsunuzdur;sıkışık trafik yüzünden güzergah dışında kimbilir ne kadar km hızla ilerleyen Dudullu-Üsküdar hattı minibüs şoförü,Burhaniye mahallesinden Fıstıkağacındaki okuluna 2 arkadaşıyla her zamanki gibi yürüyerek gitmekte olan 16.yaşındaki Cumhuriyet Lisesi 10.sınıf öğrencisine önce çarptı,daha sonra da 15 metre sürükledi.


yazması bile ne fena...


ben yine Fıstıkağacında bulunan İstanbul Üsküdar Anadolu Lisesi geçen haziran mezunu biriyim.olay bizim şu Altunizade Kısıklı Caddesi üzerinde gerçekleşmiş.vaktiyle okula giderken köprü çıkışının yolumuzun üstünde olması hasebiyle özellikle yağmurlu günlerde trafik çok sıkışır,çamlıcada otobüslerden inip yürümek mecburiyetinde kalırdık.yani iyi bilirim.


neden mi bunları anlatıyorum;çünkü insanın yakınında yada kendi içinde geçmeyen bir olay uzaktan hikaye gibi gelir.bunu ufak çaplı da olsa Ekim'de otobanda geçirdiğimiz trafik kazasında anlamıştım.


işte belki de daha fazla etkilenmemin nedeni buydu.bildiğim yerlerden olması...


en sevdiği olan "Türk bayrağına" sarılmıştı Ömer'in tabutu.16 yaşında çoklu hayallerin bütünü.


babası-annesi feryat ederlerken,oğullarının kanlı gömleğine sarılıp ağlarken babanın şu sözü beni yıkmaya yetti;"askere gidip terörle mücadele ederek şehit olacaktı." bir de şu sözü;"sabahleyin harçlık olarak yalnızca 3,5 lira verebilmiştim."


düşündüm,işte ben ülkemdeki tüm bu sözü söyleyen vatandaşlarım için iyi bir ekonomist olmalıydım,iyi okumalıydım okulumu...daha çok daha vahimi olan bir durum;geçen gün Kocaelinde ekonomik zorluktan dolayı günlerdir birşey yemediğinden ve utanıp söyleyemediğinden yol ortasında düşüp bayılan bir amcanın durumu da bana aynı sözleri söyletmişti.


neyse,konum bu değildi.


gelelim hep şikayet etmek için yanıp tutuştuğum bu teröre;acaba yetkililerimiz bunu görmüyorlar mı yoksa görmek mi istemiyorlar?her gün binlerce insan taşıyan bu toplu taşıma araçlarının şehir içi azami hızı uygulamadıklarını görmüyorlar mı?açıkçası çok zaman yüreğim ağzımda inmişimdir bazı hatladan.gelin sorun ben burdayım.ve bu hatların isimlerini açık açık söyleyebilecek bir vatandaşım.


kimsenin acısı dinmeyecek.tamam kavşak yapın,köprü yapın,iyi otobüsler de alın ama bir de yaptıklarınızı denetleyin,memurlarınızı denetleyin lütfen.


Ömer'in umutları bu terörle söndü.rica ediyorum geri kalan insanların umudu bu terörle pisipisine sönmesin.denetlenebilecekken,ağır cezalar uygulanabilecekken bari böyle sönmesin!


(taksicilerin minibüscülerin bu terörü sürdükleri,kurallara uymadıkları müddetçe eylem yapmaya ve haklarını savunmaya hakları yoktur!)







Cuma, Ocak 29, 2010

Teoman'nın aklı bu gençleri almıyor...bizim de...

Teoman NTV'de konuk bulunduğu programda Elif Şafak'ın "gençlerden umutluyum" sözleri üzerine "Kenan Evren'i alkışlıyorlar." diye tepki gösterdi.ve devam etti;"o salaklar alkışladı o herifi, hala aklım almıyor."
Abbas Güçlü'nün Muğla üniversitesinde yaptığı programda konuk Kenan Evren'in "idam cezalarını imzalarken elim titremedi,12 eylül darbesini bugün olsa yine yaparım" demiş ve gençlerden alkış almıştı.
ne yalan söyleyelim Teoman,bizim de aklımız almıyor,alamıyor bu gençleri.dur bakalım 12 eylül ne biliyorlar mıydı o gençler.benim tanıdıklarım bilmiyorlar da.
belki de bizim yakınlarda oturuyor,hemşeri bildik diye alkışlayalım deyivermişlerdir kimbilir!


sanatçıların böyle olaylara tepki göstermesi harikulade.öyle ki son vakitlerde bu türden birçok tepkiyle karşılaşıyorum.çok şükür...

Adanalıların müstakbel belediye başkanları Aytaç Durak'ın sözleri geldi aklıma;"bu caddenin isminin Kenan Evren olmasını ben talep ettim."nispet yaparmış gibi.

batıdan Kenan Evren isimlerini okullardan silmeye çalışsınlar,güneyden gözümüze sokmaya çabalasınlar.ne ala!

ne diyelim yakında utanmazlar,bu gençler de Kenan Evrenin yaşına başına bakmadan,adamı da tanımadan "ne güzel de posta koyuyor" tadında düşünerek tekrar cumhurbaşkanı yapabilirler.

bu cahil gençlerden herşey beklenir.

hem belki hazır ortada bol darbe planları da var diye seçerler birini uygularlar Kenan Evrenle birlikte.Allah korusun!!!

Çarşamba, Ocak 27, 2010

Pazar, Ocak 17, 2010

kültür başkentinin ilk gecesinde...


16 Ocak Cumartesi adlı soğuk bir günde, İstanbul'umuzun avrupa kültür başkenti olmasını kutladık.ne mutlu 2010'a...

büyük bir şölen de yakışırdı doğrusu coşkulu İstanbul'umuza...kelimelerle tarifi mümkün bile olmayan bu büyülü şehre...


ancak;




bu kutlamaların organizasyonlarında gözardı edilmiş büyük problemler vardı,fark etmek istemediğimiz.kutlamaları seyrederken bir an şaşırdım;2.bir yılbaşı etkinlikleriyle karşılaşmış gibi hissettim kendimi.İstanbul'u tarif bile etmeyen 7 tepe 7 etkinlik projesi ne yazıktır ki berbat bir görüntü içeriyordu.






Sultanahmetteki mehtaran marşı,İstanbul'u tam anlamıyla anlatıp,insanda büyük şevk uyandırırken,kadıköydeki bir türlü akıl sır erdiremediğimiz,annemin ortadoğu geleneklerine benzettiği balonlarla bezenmiş,İstanbul'un yanından bile geçemeyecek absürd etkinlikleri açıkçası beni utandırdı.1 sene boyunca bu lakabı taşıyacakdık ve o gece bunun "start"ını verecektik ve İstanbulla ilgilenmeyecektik bile.ayıp doğrusu.






gelelim haliçteki gösterilere;orda resmi bir protokol bulunduğundan ortama güzel bir sinerji sağlamışlar.gösteriyerde motifler kullanmışlar,anlamlıydı.fakat geri kalan etkinliklerdeki verilen konserleri hala anlamadım;ne alakası vadı İstanbulla ne alakası vardı...






İstanbulu anlatabilecek bir dolu etkinlik varken,ve göğsümüzü kabartarak tanıtabileceğimiz bir dolu yer ve materyal varken böyle basit ekinliklerin olması,organizasyonları yapanların ne derece sınıfta kaldıklarının ispatıydı.






daha kültür kelimesini (tarihimiz ve İstanbulumuz bakımında demiyorum) kaldırabileceğimize bile şüpheyle bakarken...






o akşam tesadüf odur ki Okan Bayülgenin disko kralına izleyici olarak gitmiştik,benim bayülgeni görme ısrarlarım üzerine.o da benimle aynı yorumda bulundu:"kültür başkentine tarkan'ın şıkıdımlarıyla ve taksim facialarıyla giriş yaptık.e bizim İstanbul'daki, kültür başkentindeki insanlarımızı da görüyorsunuz(garip videoları göstererek)e olacağı budur.kültür buymuş!"
espritüelce yaklaşılmış ve gülerek yapılmış bu yorumu metin uca destekledi.



ayıp kavramlarını her geçen gün artırmaya çalışarak edepli insan yetiştirme yolundaki ,korunmuş özlere ve kültürlere hayran avrupaya ters orantılı davranmaya çalışan bizler,kültürlü tanımına dahi yakışmazken;kültür tabirine layık olabilecek olan en değerli şehir İstanbul'umuzda yaşarken acaba kendimizden hiç utanmıyor muyuz?

Salı, Ocak 12, 2010

mazhar olmak...m.alanson'dan...




evet,bu Mashar Alanson'un şarkı sözlerini nasıl yazdığını,şarkıların geliş hikayelerini,yaşadıklarını,yaptığı resimleri ve fotoğraflarını paylaştığı kitabı.
MFÖ hakkında fanatik biri olduğumdan,sadece Mazhar Alanson'un sesinden müzik dinlesem,başka müzik dinlemesem sıkılmayacak biriyim.
e,kitabın içinde de bizlere kendi saf sesinden,şarkılarını ilk çaldığı hallerini CD'de sunmuş.tam benlik yani.hani biraz da otobiyografik şeyleri severim.Mazhar Alanson'un da bu kitabı yeterince eğlenceli ve mazhar olma yönünde aşılan kademeleri anlatan samimi yazılar bütünü,süper,rengarenk bir otobiyografi.
tabii bu kitaba ulaşmak pek kolay olmadı.o gün gittiğim Taksim'de İstiklal Caddesi'nde sormadığım,aramadığım kitapevi kalmadı."acayip satıyor..." diyorlar bana."dün hepsi bitti."ben de :"hep Okan Bayülgen'in yüzünden,şarkıları bir dinletti,herkes aldı bana kalmadı işte" dedim hep.gülüyorlar bana.dönüş yolunda Altunizade'ye uğradım ve nihayet 2 kitapçıdan sonra kalan son 1 taneyi ben aldım.zafer!...
çok keyifli bir kitap.hele müziği seven biriyseniz,bir de gitar çalan bir gençseniz tam size göre.çünkü meraklısına kitabın içeriğinde notalar ve akorlar var şarkıların.açıkçası eve gittiğimde kendimi şarkıları dinlerken bir taraftan da kitabı okuyup,şarkıları çok muhterem Murat Çelik(düşsoksağı sakini) hocamın mütevaziliğiye öğrettiği gitarla çalmayı denerken buldum.
Mazhar abimizin sesi yeter diyorum ve şu an dahi onu dinliyorum.dinlendirici ve çılgın...yaklaşık 37 yıllık emekdar ve büyük yetenek,usta,gitarda ve sözlerinde üstad olan kendisi övüldüğünde utanan birisi.bu mütevaziliğine karşılık bir de kitapta hikayesi geçen bu sözü de eklemek istiyorum;
"öyle değil mi Alanson,bom bili bili bili bom"...
bir de en sevdiğim şarkısını CD'de sunduğu için teşekkürlerimi iletmek istiyorum;
"günler günlerin ardında
seni unutmak mecburiyetindeyim
seni sevmeler cumhuriyetinde
gözyaşların gözyaşlarımmm
kafiye olsun diye değil
özleye özleye
kavuştuk birbirimize
birbirmize vitaminler moraller verdik
içimizdeki şeytanlara zülfikarlarla saldırdık
gözyaşlarımızı bitti mi sandın?"

Vadi İsrail'i fena bozdu...


iki haftadır yeni bölümü yayınlanmayan Kurtlar Vadisi'ni açıkçası merakla beklerken,bir taraftan da bu aksamanın sebebini merak ederken bugün dışişleri bakanlığındaki "vadi" üzerine sinirlenen İsrail dışişleri bakanı yardımcısının büykelçimize yaptığı skandalla karşılaştık.


İsrail karşıtı düşünceleri ve ifadeleri protesto eden İsrail, büyükelçimizi kendisinden daha alçakta bir yere oturttu ve elini sıkmadı.sert tavırlar sergileyen Daniel Ayalon,gazetecilere de "dikkat edin o alçakta biz yüksekte

oturuyoruz,masada sadece bir İsrail bayrağı var ve gülümsemiyoruz." dedi ibranice.


o esnada biz de gülümsemiyorduk,evet.


buna sebep olan bahane ise şuydu;İsrail'i rahatsız eden TRT'deki Ayrılık dizisinden sonra sıraki rahatsız edici dizi olan Kurtlar Vadisinin içeriği.


izleyenler bilir,Aron Feller'in peşindeki Polat;Cevat'ın, Memati'nin oğlunu İsrail büyükelçiliğine kaçırmasıyla elçiliğe girer.bu esnada bebeği rehin alan adamı vurur ve İsrail'in amblemine kan sıçrar.


dizi kurgu,ama bugünün Türkiye'sindeki hallere epey gönderme yapan,eskileri Soner Yalçın'a dayanan ve ben dahil büyük hayran kitlesine sahip bir kurgu.


ve bu kurguyu bahane eden bir İsrail var.tıpkı Ayrılık dizisine olan tepkileri gibi.


bu esnada;


kendi ordusuna "ahlaklı" tabirini kullanabilen İsrail,Gazze konusunda da Başbakan Erdoğan'a "bize vaaz veremezsiniz" demişti.


tam 1 sene evvel İsrailli Perez'e "van minut" diyen Başbakan,bu sene "biz verdiğimiz sözü tutarız,Davos'a gitmeyeceğim." derken biz de medyaya yansıyan dışişlerindeki bu manzaraya "van minut" dedik.zaten Ankara da bu olaya büyük tepki gösterdi.


gerilimin daha sonra yumuşatıldığı söylendi.hatta bunun farklı düşünceler barındıran koalisyon hükümetinin bağımsız davranmasından kaynaklanan bir problem olduğunu da iddia edenler oldu.


o kısmını bilemiyeceğim fakat ben gördüğüm kasti aşağılamaya karşı epey gerildim.herhalde büyükelçinin yerinde olsaydım orda oturmaz,bol bol söylenir,"nasıl bunu yaparsınız,ne gibi bir üstünlük bu,herşeyin bir adabı var."der,çeker giderdim.tabii diplomatik ilişkilerin boyutunu ve çıkabilecek problemleri bilemeyeceğimden büyükler daha iyi bilir demek istiyorum.


ama bir başka açıdan da makam olarak üstün birinin,asındaki adamın odasına geldiğinde,o adamın masasına oturup baş kesilmesini görgüsüzlük,aşağılama ve kibir addeden biri olduğumdan bu konuda böyle düşünmem çok doğal.zaten burada ne masa var ne de bir oda.orda olan 2 koltuktur,biriyse aşağıdadır.halbuki dünyadaki tüm insanlar eşittir.

tabii İsraillilerin perspektifleri epey farklı.



bu olayın bir eşi benzerinin olmaması ümidiyle...artık sorun,kavga,savaş ve mecliste bugünkü grup toplantısının da konusu olan felaket senaryoları istemiyoruz...




Pazartesi, Ocak 11, 2010

ifade özgürlüğünde basına yapılan tacizler...


İnsan hakları evrensel beyannamesinde tanımlanmış olan, bütün devletlerce benimsenmiş ifade özgürlüğü hakkının sansürlenmesi birçok devlette fark göstermektedir.


Bu hususta Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşmenin(International Covenant on Civil and Political Rights) 2. maddesi şöyle der;"herkesin ifade özgürlüğü hakkı olmalıdır;bu hak,her türlü bilgi ve fikirleri sınır olmaksızın,sözlü,yazılı,basılmış,matbuu veyahutta herhangi dilediği bir medya ortamıyla öğrenme,alma ve verme hakkıdır."

3.maddedeyse 2. maddeye ilişkin olarak bentler eklenerek kanunlarla limitlerin belirlenebileceğinden bahsedilmiştir.ulusal güvenliğe tehdit,şiddet propagandası,halkın huzurunu bozabilecek durumlar gibi mevzularda...


"herkes düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir." der bizim anayasamız da.


fakat bu özgürlüğe karşı tutumuyla Dünya'da basın özgürlüğünde Tanzanya gibi ülkelerden sonra 168.sırada Fildişi sahilleri cumhuriyetiyle bulunmaya hak kazanır.


Fildişi sahilleri ekonomisi her ne kadar iyi olsa da;Fransız sömürgesinden kurtulup,henüz 1960 yılında kurulmuş,çeşitli iç savaşlarla başetmek zorunda kalmış bir cumhuriyettir.



bu,"kısmen özgür ülkeler"kategorisindeki önemli başarımızdır.öyle ya!


gazeteciler hakkında açılan davalar,siyasetin basına müdahalesi,otosansür,basına hükümet içi ve dışı aktörlerin tacizleri,medyaya devletin yaptığı ekonomik baskılar...


bu konudaki feryatları duyuyorum ve de eşlik ediyorum.


özellikle son zamanlarda basın özgürlüğüne yapılan baskılara ve onlaraa yapılan engellere feryat ediyorum.


Türkiye'de binlerce yazar ve gazeteci bu konuda çeşitli cezalar almış,özellikle de hapis cezalarına çarptırılmışlardır.


halbuki bir gazetecinin mesleği eleştirmektir ve konu üzerine fikirlerini sunmaktır.(tabii bu;hakarete kaçmaksızın,bazı dokunulmaz olan devlet sınırları,Türklük gibi konulara hakaret etmeden,kişinin özeline karışmadan dilediği konudaki fikirlerini sunmak)bu onların kamu görevidir.öyle ki onlara engel 30 yasadan evvelki bir bendin maddelerindeyse şöyle denir;"eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz."


şimdiyse feryatlardan örnek vereyim;


Ahmet Altan yazılarında bahseder;yine güzel bir İstanbul günü yollara düşüp savcılığa ifade vermeye gittiğinden.


İHD başkanımız ifade özgürlüğü yasası daha önemli diye haykırışlara geçti.mevzuatın hak ve özgürlükler doğrultusunda AHİM içtihatlarına göre düzenlenmesi gerektiğini de vurguluyor.


Şanar Yurdatapan'sa "demokrasiyi istemek yetmez,yasaları değiştirmek gerekir." diyor.


eski bir savcıysa"gazetecileri yargılamak bizi kapalı bir toplum yapar." cümlesini kullanıyor.


demokratik bir toplumun en önemli unsuruna ket vuran yargıya uyum adı altında bir düşünce sistemi gelişiyor.yani yargılayan ne dilerse o oluyor,düşünceler de buna bakılarak yol buluyor.


hatırlarsınız,Star gazetesi yazarı Şamil Tayyar'a verilen hapis cezası ardından Başbakan Tayyip Erdoğan bu konuda yasal düzenlemeler getireceklerini ve özgürlüğün sınırlarının genişletileceğini açıklamıştı.


ne diyelim,geç kalındı ama biraz daha geç kalınmamalı.


büyük bir heyecanla meclisten geçeceğini ümit ettiğimiz bu düzenlemeyi bekliyoruz,artık daha medeni olmayı bekliyoruz...




Cumartesi, Ocak 02, 2010

aslında hayat sokaklarda*


hepimiz tanırız Okan Bayülgen'i.doğrusu Okan Kaan Bayülgen'i.




64' Cihangir doğumlu,Elmalı Hamdi Yazır'ın torunu,mekteb-i Şahaneli,bodrumda yaşayan ressam bir annenin,hukukçu bir babanın oğlu,Fransa'da hukuk,ekonomi gördükten sonra fotoğrafçılıkta karar kılmış biri,Mimar Sinan Üniversitesi mezunu,sosyal bilimler masterlı.




çok kültürlü,bilgi deposu,meraklı,farklı,ukala,deli dolu,sivri dilli,yüksek düzeydeki zekasını her bir hareketine ve kelimesine dökmeyi başarabilen,düzgün vurgulu Türkçesi ve mükemmel ses tonuyla seslendirme sanatçısı olmuş,bilinçli bir televizyoncu,şovmen,tiyatro ve sinema oyuncusu,tiyatro ve klip yönetmeni,fotoğraf sanatçısı ve sunucu.ekşi sözlük okuru,evli,"İstanbul" adındaki bir kız bebeğin babası.


1991'de radyoculuğa başlamış,96'dan beri de televizyonculuk yapan,yakın zamanlarda hatırladığımız şov programları dışında haber makinası,2007'deki siyasi içerikli "bu sizi ilgilendiriyor" ve gündemin tartışıldığı 2008 yapımı "sade vatandaş"adlı programlarıyla popüler kültüre büyük katkı sağlamış biri.


benim için Okan Bayülgenin en takdire şayan yönüyse kurulmuş olan köhne düzeni sürekli eleştirmesi,özellikle televizyona karşı yaptığı eleştiriler,bizim orada gördüğümüz fakat üzerinde pek durmak istemediğimiz saçma gerçeklere karşı,TV obsesyonuna karşı sergilediği tutum...


öyle ki günümüzde medya üzerinden yapılan ahlaksızlıklar,insan hakları ihlalleri ve belli kesimlerin aciziyetleri üzerinden kazanılan reytingler çizmenin boyunu aşmış durumda.


ve bu durumdaki medyayı(ki kendisi obsede edicidir.) hiçbir süzgeç kullanmadan beynimizdeki bir köşeye yerleştiren bizler, sanal alemlerin etkisinde yok olup gitmekteyiz.


insan ilişkilerini,eski toplum modelimizi bir kutucuk yüzünden kaybetmekteyiz.ayrıca düşünsel yeteneklerimizi de bunula beraber "bilinç dışı" kavramını uygulayarak yok etmekteyiz.


ve sanıyorum "beni de izlemeyin,kapatın televizyonu.insanların içine karışın yahu.hayat sokaklarda..." diyen bir televizyoncuya da pek kolay rastlayamayız.işte bunu deme cesaretini de gösteren Bayülgen'in anlatmaya çalıştığı konu ciddi bir problemin büyük ünlemlerle süslenmiş hali.


(gerçi kendisi her ne kadar böyle düşünse de,bence kendisinin programları da engin,toplum için gerekli olan fikirleri için izlenmeli.)


sosyallikten yoksunluğumuz,gün geçtikçe artan psikolojik travmalara destek olurken; özellikle gençler olarak,buşekilde ileride kendimize ne derece güzel bir gelecek biçebiliriz,bilemiyorum.


Okan Bayülgen'in fikirlerini savunmaktan hiçbir zaman yorulmayacağımı bilirken;23 Ekim 09' tarihli "Kanal-i-zasyon" adlı sinema filmindeki tiplemesi de benim için ilgi çekici olmuştu.Bayülgen'in eleştirilerine birebir uyum sağlayan filmde, televizyon programlarındaki seviyesizliklere,trajikomik gerçeklere espritüel bir yaklaşım yapılmış .


filmde Bayülgen;TV'ye aşık bir temizlik işçisi olarak,kanalın başına geçtiğinde ürettiği programları izlerken "evet,cidden böyle ama" diyorsunuz gülerek.


sona doğruysa hapse girip çıkan İmdat(Okan Bayülgen),bir kez daha kanalın başına geçmek istemez ve şöyle der;


"hapiste,içerde 50 kişi bir televizyona kilitlenmiş vaziyette.baktım ki dışardakiler de öyle.ne farkı var.ben böyle işi yapamam."


işte,size Bayülgen'den bir haykırış daha.


ve ben de üzerinden bir kez daha geçmek istiyorum;ama emin olun Bayülgen bir bakıma hemşerim olduğu için değil,ciddi anlamda böyle düşündüğüm için bunu söylemek istiyorum;


ne duruyorsunuz;


"ASLINDA HAYAT SOKAKLARDA*...!"